Project Description

15. Sayı

Kırgızistan

DİPLOATLAS – OCAK 2012

15. Sayı

DiploAtlas

Ocak 2012

Merhaba,

Dikkatli okuyucularımızın gözünden kaçmamıştır, dergimizin adında küçük bir değişiklik yaptık. Bundan sonra DİPLOATLAS olarak karşınızdayız. Ama dergimizde bundan başka hiçbir değişiklik yok. Yine yerküremizin çeşitli bölgelerinde dolaşmaya ve değişik ülkelerin çok bilinmeyen güzelliklerini keşfetmeye devam edeceğiz.

Yeni sayımızın konusu Kırgızistan. Bu yıl, bağımsızlığının 20. yıldönümünü kutlayan Kırgızistan, Orta Asya’nın tam kalbinde yer alıyor ve Türklerin “Ata Yurdu’ olarak tanınıyor. Gerçekten de, kökleriyle, tarihiyle ve gelenekleriyle bizlerden pek farklı değiller. Geçmişten gelen bu kardeşlik, bugün de daha yakın ilişkilerle devam ediyor. Nitekim, yaklaşık iki ay kadar önce yapılan seçimlerde Kırgızistan Cumhurbaşkanı seçilen Almazbek Atambayev’in yemin törenine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de katılmış ve Türk halkı adına, Kırgızistan’ın sevincini paylaşmıştı.

Kırgızistan’ın Ankara Büyükelçisi Ermek İbraimov, DİPLOATLAS’a verdiği mülâkatta, ülkelerimiz arasındaki işbirliğinin ve ikili ilişkilerin çok üst düzeyde bulunduğunu belirtiyor. Ancak, ekonomik ilişkilerin henüz istenilen seviyede olmadığını da içtenlikle ekliyor. Sayın Büyükelçiden, Kırgızistan’ın Türkiye’den daha fazla yatırım beklediğini ve ülkesinde bu yönde kolaylık sağlayıcı düzenlemeler yapıldığını öğreniyoruz.

Kırgızistan, turizm açısından çok ilginç ve keşfedilmesi gereken bir ülke. Başkent Bişkek’in yanında, mistik bir havası olan Oş şehrini, Celalabad ve çevresini, şirin Karakol kentini tanıtmaya çalıştık. Ayrıca, ülkenin turizm merkezi sayılan Issık Göl’ü mutlaka görmek lâzım. Ama, sadece bu değil. Bu dağlık ülkede, doğa harikalarının bulunduğu daha nice yöreler var. Ayrıca, göçebe hayatın simgesi “yurt”lar da gecelemek, muhteşem Kırgız yemeklerinin tadına bakmak, atalarımız gibi kımız içmek, at üstünde geziler yapmak gibi alışılmamış bir tatil programı kimbilir ne kadar ilginç olurdu.

Kırgız kültürünün baş yapıtı olan Manas destanı, dünyanın en uzun ve kapsamlı olanı. Bu sözlü edebiyat şaheseri, aynı zamanda tarihe de ışık tutuyor. Modern çağların en büyük edebiyatçısı ise, dünyaca ünlü Cengiz Aytmatov. Bizler onu sadece Kırgızlara ait değil, biraz kendimize de ait görüyoruz. Eserlerinin bir çoğu Türkiye’de yayınlanmış olan Aytmatov’un anısına bir pul çıkartıldığını da anımsatalım.

2012 yılının bütün okurlarımıza sağlık, mutluluk ve başarı getirmesi dileğiyle…

Kaya Dorsan

TÜRK BOYLARININ ATA YURDU
KIRGIZİSTAN

Kırgızistan, Orta Asya’nın tam kalbinde ve tarihi İpek Yolu üzerinde yer alıyor. Ülkenin yarısından fazlası dağlarla kaplı olduğundan, burayı “Orta Asya’nın İsviçre’si” olarak adlandıranlar az değil. Kırgızistan, kültür açısından da, Batı dünyası ile Çin, Hint ve İran kültürlerini birbirine bağlayan bir kavşak noktası.

Bir Orta Asya ülkesi olan Kırgızistan, veya resmi adıyla “Kırgız Cumhuriyeti”, kuzeyde Kazakistan, batıda Özbekistan, güneybatıda Tacikistan ve doğuda da Çin’le komşu. 199.500 km² yüzölçümü ile bu eski İpek Yolu ülkesi, son derece dağlık bir araziye sahip. Öyle ki, ortalama yükseklik 1500 metrenin üzerinde. Ülkenin en yüksek noktası olan Ceniş Çokusu’nun (ya da Pobeda tepesi) denizden yüksekliği tam 7439 m. En alçak yer ise, 139 m. yüksekliği olan Kara Derya Vadisi.

Kırgız Aladağları, Küngöy, Talas, Teskey Aladağları, Atbaşı ve Fergana Dağları Kırgızistan coğrafyasının belirleyici öğesi. Tanrı Dağları, diğer adıyla Tien-Şan, Çin ile doğal sınır oluşturuyor ve en yüksek zirveleri Kokşaal Dağlarında. Bu dağlık yapı ve zorlu doğa koşulları ulaşımı büyük ölçüde kısıtlıyor. O yüzden ülkenin belli başlı şehirleri daha alçak alanlarda. Yollar, yüksek rakım ve dik vadilerden dolayı çok virajlı, kış aylarında ise hep buzlanma yaşanıyor ve bazı bölgelerde ulaşım hemen hemen imkânsızlaşıyor.

Yüzlerce ırmağın bulunduğu Kırgızistan’da irili ufaklı, 2000’den fazla göl var. Bunların çoğu buzulların erimesiyle oluşan küçük dağ gölleri. Kuzeybatı Tanrı Dağları üzerinde bulunan Issık Göl ise, dünyanın en büyük ikinci krater gölü. Son Göl, Çatır Gölü, SarıÇelek Gölü ve Ala Göl diğer önemli göller. Elektrik üretimi için kullanılan Narın nehri ile, Talas, Alay, Çuy, Aksay ve Kızılsu başlıca nehirler. Düzensiz ve yüksek akış hızına sahip olan bu nehirler ulaşıma elverişli değil. Çuy, ülkenin en uzun nehri (1.300 km). Narın Nehri ise 807 km uzunluğunda ve üzerinde ülkenin en büyüğü olan Toktogul Barajı yer alıyor.

Kırgızistan’ın %6’sı ormanlarla, %4’ü ise buzullarla kaplı. Tarıma uygun toprakların oranı %7 ama otlaklar %44’lük bir alanı kaplıyor. Dağ yamaçlarında iris, aslanayağı çiçekleri, vadilerde ise ceviz, kayısı, elma ağaçları bolca yetişiyor. Kekik, ışgınotu ve sütleğen de yaygın yabani bitkilerden. Ülkede 80 çeşit memeli hayvan, 330 çeşit kuş ve 50 çeşit balık bulunuyor. Ormanlarda şahin, kartal, mavi güvercin ve keklik gibi kuşlar, ayrıca yaban domuzu, kurt, vaşak, tavşan, dağkeçisi, geyik, leopard, kahverengi ayı gibi hayvanlar yaşıyor.
Kırgızlar

Kırgızlar, Türk tarihinin bilinen en eski kavimlerinden. Eskiden, hayatlarını Yenisey Irmağı boyunda göçebe olarak sürdüren Kırgızlar, bir dönem Hun hükümranlığında yaşadıktan sonra Yenisey Kırgız Hanlığı’nı kurmuşlar. Göktürk’lerle savaşıp, ardından Uygur Devleti’ni yıkarak, 9.yüzyılda Ötüken ve çevresinde Kırgız Kağanlığı’nı hayata geçirmişler. Ancak, Çin ordularının dalga dalga gelen saldırıları karşısında, bugünkü Kırgızistan topraklarına doğru çekilmiş ve 10-12.yüzyıllarda, Karahanlılar hakimiyeti altında, islâmiyeti kabul etmişler. Üstünlük savaşları Orta Asya’yı yakıp kavururken, Kırgızlar hep kısa kısa bağımsızlık dönemleri yaşamış. Moğol egemenliği ardından Kırgızlar, Tanrı Dağlarının güneybatı taraflarına göç ederek Hokandlar’a katılmışlar. Rus istilasına karşı diğer Türk boylarıyla birlikte hareket etmişler ama, 19.yüzyılda topraklarının tamamı Rusların eline geçmiş. Çarlık Rusyası’na isyanları şiddetle bastırılmış. 1917 Sovyet devrimi sırasında, ömrü çok kısa olan bağımsız Alaş Orda Devletine katılmışlar. 1924’te SSCB’ye bağlı özerk Kara-Kırgız bölgesi, 1926’da Kırgız Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adını almış, 1936’da da Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne dönüşmüş.

1991 yılında bağımsızlığını ilân eden bugünkü Kırgızistan’da, yaklaşık 5,5 milyon nüfus yaşıyor. Etnik olarak, bu nüfusun yüzde 65’i Kırgız, yüzde 14’ü Özbek ve yaklaşık yüzde 12’si de Rus. Dungan’lar, Uygur’lar, Tacik’ler ve Kazak’lar gibi küçük gruplar da var. Ülkenin devlet dili Kırgızca, örneğin Kırgızca bilmeyen biri Cumhurbaşkanı adayı olamıyor. Ama, Rusça da resmi dil olarak kullanılıyor, çünkü, ülkede çeşitli etnik kökenli toplulukların yaşıyor olması, Rusçayı ortak dil haline getirmiş. Kırgızcada başlangıçta Orhun alfabesi, daha sonra Arap alfabesi kullanılmış; 1928’de Latin alfabesi devreye girmiş, 1940’lı yıllardan bu yana ise Kiril alfabesi kullanılıyor.
Devlet yapısı

Bu yıl, Kırgızistan, bağımsızlığının 20. yılını kutluyor. Bağımsızlık 31 Ağustos 1991 tarihinde ilân edilmişti. Tek meclisli parlamenter sistemin yürürlükte olduğu ülkede, 1993 Anayasası devlet sistemini “Demokratik Cumhuriyet” olarak niteliyor.

Kırgızistan’da, yürütme erkinin başında Cumhurbaşkanı bulunuyor ve Cumhurbaşkanı halk tarafından, 6 yıllık bir süre için seçiliyor. Ancak, Anayasa’ya göre, seçilen Cumhurbaşkanının yeniden aday olması mümkün değil. Geçtiğimiz 30 Ekim tarihinde, ülkede yeni Başkanlık seçimi yapıldı ve Kırgızistan Sosyal Demokrat Partisi’nin lideri Almazbek Atambayev yeni Cumhurbaşkanı oldu. 1956 doğumlu Atambayev, işletme ve ekonomi eğitimi görmüş deneyimli bir politikacı. Geçmişte, Sanayi, Ticaret ve Turizm Bakanlığı yapmış, 2007 yılında, muhalefet partisi lideri olduğu halde Başbakan olarak atanmış ve bu görevi 8 ay kadar yürütmüş. Cumhurbaşkanı seçilmeden önce de, geçici olarak Cumhurbaşkanlığı görevini yürüten ünlü Kırgız kadın siyasetçi Roza Otunbayeva’nın yardımcısıydı. Hatırlanacağı gibi, Roza Otunbayeva, 2010 yılında ülkede beliren siyasi karışıklık ortamında, zamanın geçici hükümeti tarafından, geçici olarak Cumhurbaşkanlığı görevine getirilmişti. Otunbayeva, son Başkanlık seçimlerinde aday olmadı ve yardımcısı Almazbek Atambayev’in adaylığını destekledi.

Yasama görevini yürüten Kırgızistan parlamentosuna, yerel dilde “Jogorku Keneş” deniyor, yani “Yüce Meclis”. Mecliste, 5 siyasi partiye mensup 120 üye yer alıyor. Yargı erki ise, adalet mekanizması tarafından yürütülüyor.

Kırgızistan bayrağı, 1992 yılında Parlamento’da kabul edilmiş. Bayrağın kırmızı zemini barış ve dürüstlük anlamına geliyor. Ortadaki sarı güneş ise, bolluk ve bereketin simgesi. Güneşin 40 ışını 40 Kırgız boyunu, güneş içindeki kırmızı şeritlerin kesişimi de geleneksel Kırgız çadırının çatısının üstten görünümünü temsil ediyor. Bu kesişim noktası, içeriden bakıldığında güneşin görüldüğü ve ocak dumanının dışarı çıkmasını sağlayan çadır deliği “tündük”ün sembolü. Bu da, Kırgızların göçebe hayattan yakın dönemde yerleşik hayata geçtiklerinin bir göstergesi.

Bağımsız Devletler Topluluğu’na üye olan Kırgızistan, 1992’de de Birleşmiş Milletler üyesi olmuş ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na katılmış. Kırgızistan, ayrıca Şangay İşbirliği Örgütü’nün kurucu üyelerinden ve 1998’den beri de Dünya Ticaret Örgütü (WTO) üyesi.

BİR KAHRAMAN KIRGIZ KADINI
KURMANCAN DATKA

Bu yıl, Kırgız tarihinde önemli bir yeri olan Kurmancan Datka’nın 200üncü doğum yıldönümü. Kurmancan Datka, Rus işgâli sırasında Kırgız toplumunun önderliğini üstlenmiş ve halkın bu dönemi en az zararla atlatmasını sağlamış bir bilge kadın.

Bu yıl, Kırgızistan, ulusal tarihinin önemli şahsiyetlerinden Kurmancan Datka’nın 200. doğum yılını kutluyor. 1811 yılında doğmuş olan Kurmancan Datka, kahraman ve bilge kişiliği ile Kırgızların kalbinde saygın bir yer edinmiş ve halkından “Datka” ünvanını almış bir halk önderi. “Datka” sözcüğü bir tür “General” anlamına geliyor ve saygın askerî veya sivil toplum önderlerine ünvan olarak veriliyor. Kurmancan Datka, Kırgız tarihinde bu ünvanı alan tek kadın.

Yaşam öyküsü

Kurmancan, tarihi Oş şehri yakınlarındaki Madı köyünde, Bargı kabilesinden orta halli bir çiftçi olan Mamıtbay’ın kızı olarak dünyaya gelmiş. Kurmancan’ı, henüz 17 yaşındayken, görücü usulüyle, kendisinden epey yaşlı olan Kul Seyit ile evlendirmişler. Kocasını ilk kez düğün günü gören Kurmancan, bu duruma tahammül edemediğinden, bir yıl sonra kocasını terk edip, baba evine dönmüş.

Çok genç olmasına rağmen, akıllı duruşuyla dikkat çeken, düşünmeden konuşmayan ve değerlerinden asla taviz vermeyen Kurmancan, bu niteliklerine güzelliği de eklenince, Hokand Hanlığının ünlü komutanı Alimbek Datka’nın gözünden kaçmamış.

O yıllarda, Altay Kırgızlarının lideri olan Alimbek Datka ile Kurmancan 1832 yılında evlenmişler. Bu evlilikten 5 oğlu ve 2 kızı olan Kurmancan’ın tam kocasının istediği gibi bir kadın olduğu, ona hep destek verdiği ve aldığı politik kararlarda adeta akıl hocalığı yaptığı biliniyor. Alimbek’in 1862 yılında bir suikaste kurban gitmesinin ardından, güneydeki Kırgızların başına geçen Kurmancan, en kritik dönemlerde bile dirayetli yönetim tarzıyla saygınlık kazanmış.

Alay Çariçesi

Kocası öldükten sonra, Kurmancan etrafına “batur” denilen savaşçı gençleri toplamaya başlamış. Kısa bir süre içinde, 10000 “yiğit”den oluşan bir orduya kumanda eder hale geldiği söyleniyor. Böylece, Güney Kırgızistan’daki Alay bölgesinin idaresini eline geçirdiği gibi, otoritesini Buhara ve Hokand Hanlıklarına da kabul ettirmiş. Ancak, o yıllar, Rus İmparatorluğunun Orta Asya’ya yayıldığı ve büyük askerî olanaklarla yerel halkları kendisine bağladığı yıllar. Üstelik, Hokand, Hive ve Buhara Hanlıkları da birbirleriyle anlaşmazlık içinde. Böyle bir ortamda, Rus Birliklerinin bölgeye gelmesi tabii ki gecikmemiş ve Hokand Hanlığının işgal edilmesinin ardından, 1877 yılında, Ruslar, Kurmancan’ın yönetimindeki Alay vadisine ulaşmışlar.

Bu noktada, Kurmancan’ın siyasi yetenekleri ön plana çıkıyor. Çünkü, kadın lider, üstün Rus birlikleriyle savaşa girip halkını kırdırmak yerine, işgal güçlerinin komutanıyla uzlaşıp, barış içinde yaşama yolunu seçmiş ve General Skobelev ile bir anlaşma yaparak halkını güvence altına almış. 1907 yılında ölünceye kadar, tam 30 yıl Alay halkının başında kalan Kurmancan, Alay Kırgızlarının işgalden en az zarar görmelerini, daha kolay ve onurlu bir yaşam sürdürmelerini sağlayan lider olarak, bugün bile “Alay Çariçesi” diye anılıyor.

Bugün, Bişkek’teki ünlü Erkindik Bulvarı’nda ve tabii ki Oş’ta heykelleri olan Kurmancan Datka’nın resimleri de Kırgız banknotlarının ve posta pullarının üzerinde yer alıyor. Hakkında çok sayıda şiir ve türkü yazılmış olan Kurmancan Datka’nın hayatını anlatan bir kitap, 2002 yılında hem Kırgızca, hem de Rusça ve İngilizce olarak yayınlanmış. Kırgız ve Türk Üniversitelerinde de, bu kahraman Kırgız kadını hakkında araştırmalar yapılıyor ve bilimsel makaleler yazılıyor.

BÜYÜKELÇİ ERMEK İBRAİMOV:
“İkili ilişkilerimiz çok üst düzeyde”

Kırgızistan Büyükelçiliğinin eski müsteşarı Ermek İbraimov geçtiğimiz Haziran ayında Ankara’ya bu kez büyükelçi olarak döndü. Büyükelçi İbraimov’un diplomatik kariyerinde, Frankfurt’ta Konsolosluk, Tahran’daki Ekonomik İşbirliği Örgütü (ECO) merkezinde Ekonomik Araştırma ve İstatistik Birimi Başkanlığı, Bişkek’te Cumhurbaşkanlığı Protokol Müdürlüğü ve Cumhurbaşkanlığı Danışmanlığı ile son olarak Dışişleri Bakanı Yardımcılığı gibi önemli görevler var. DiploAtlas, Büyükelçi Ermek İbraimov ile Kırgızistan-Türkiye ilişkilerinin bugünkü durumunu görüştü.

DİPLOATLAS: Türkiye ile Kırgızistan arasındaki ilişkileri nasıl tanımlarsınız? Türkiye’nin Kırgızistan’ın dış politikasında oynadığı rol nedir?

ERMEK İBRAİMOV: Kırgızistan bu yıl bağımsızlığının 20. yılını kutluyor. 24 Aralık 2011 tarihi Türkiye ile Kırgızistan arasındaki diplomatik ilişkilerin de 20. yıldönümüdür. Türkiye ile ilişkiler Kırgızistan’ın dış politikasının hayli önemli bir parçası. İkili ilişkilerimizde çok üst düzeyde bir işbirliğimiz var.

DİPLOATLAS: Bu yakın siyasi ilişkilerden örnekler verebilir misiniz?

ERMEK İBRAİMOV: Uluslararası kuruluşlarda birbirimizi destekliyoruz. Türkiye bize BM Güvenlik Konseyi geçici üyesi olma çabalarımızda destek vermiştir. Bugün de biz Türkiye’nin 2014-2015 yılları için BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine adaylığını desteklemek için elimizden geleni yapıyoruz. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Şubat ayında, o zamanki Başbakanımız şimdiki Cumhurbaşkanımız Almazbek Atambayev’in konuğu olarak Kırgızistan’ı ziyaret ettiğinde, bu iki devlet adamı iki ülke arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi kurma kararı almışlardı. Daha sonra, Nisan ayında, Atambayev’in ziyareti sırasında da, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliğinin kurulduğuna dair ortak bildiri imzalandı. Aynı zamanda, çok yakın kültürel ilişkilerimiz var. Bizce TÜRKSOY tüm Türk Cumhuriyetleri arasındaki tarihi ve kültürel ilişkiler açısından oldukça önemli bir kuruluş. İkili ilişkilerimiz çerçevesinde, insani yardımlaşmadan, kültür ya da eğitim alanına kadar her konudaki işbirliğimizden söz etmek isterim.

DİPLOATLAS: Başbakan Erdoğan’ın ziyareti, son dönemde iki ülke arasında gerçekleşen üst düzey ziyaretlerden yalnızca bir tanesiydi, değil mi?

ERMEK İBRAİMOV: Doğru. Nisan ayında Sayın Atambayev Sayın Erdoğan’a iade-i ziyarette bulundu. Sonra, Eylül ayında Meclis Başkanı Ahmadbek Keldibekov Ankara’ya geldi ve Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve mevkidaşı Cemil Çiçek ile görüştü. Yakın bir tarihte Cumhurbaşkanı Gül Bişkek’e gitti ve Cumhurbaşkanı Rosa Otunbayeva ile görüştü. Gül, ayrıca, yeni seçilen Cumhurbaşkanı Atambayev’in 1 Aralık’taki göreve başlama törenine de katıldı.

DİPLOATLAS: Cumhurbaşkanı Gül’ün ziyareti ne gibi sonuçlar verdi?

ERMEK İBRAİMOV: 1 Aralık’taki görüşmede Kırgızistan Maliye Bakanı Melis Mambatjanov ve Türkiye’nin Kırgızistan Büyükelçisi Nejat Akçal 51 milyon dolarlık borcumuzu silen bir anlaşma imzaladılar. Eski Cumhurbaşkanımız Roza Otunbayeva’nın bu anlaşmaya yorumu şöyle oldu: “Dost kara günde belli olur”. 2010 yılı ülkemiz için oldukça zor bir yıldı ve bu dönemde Türk hükümetinin ve Türk halkının desteğini gördük. Bu destek, her şeyden önce manevi destekti.

DİPLOATLAS: İki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler hakkında ne söyleyebilirsiniz?

ERMEK İBRAİMOV: Ekonomik ilişkiler maalesef çok başarılı değil. İkili ticaret hacmimiz yıllık yaklaşık 150 milyon dolar civarında. İşbirliği düzeyimizi arttırmak için elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Yeni Türk yatırımlarını ülkemize çekmeye çalışıyoruz. Ancak geçmişten gelen bazı konuları çözmemiz gerekiyor. Önemli olan her iki tarafın da bu doğrultuda çalışıyor olması…

DİPLOATLAS: En önemli yatırım potansiyeline sahip sektörler hangileri?

ERMEK İBRAİMOV: Kırgızistan maden yatakları açısından oldukça zengin bir ülke. Topraklarımızda petrol ve doğal gaz hariç neredeyse tüm madenler mevcut. Enerji, yüksek potansiyele sahip bir başka alan. Kırgızistan hidroelektrik üretiyor ve yalnızca kendi ihtiyaçlarımız için değil aynı zamanda diğer ülkeler için de yeni santraller ve boru hatları inşa etmeyi planlıyor. Türkiye’nin bu projelerde yer almasını büyük memnuniyetle karşılarız.

DİPLOATLAS: Türk şirketleri Kırgızistan’da yatırım yapıyor mu?

ERMEK İBRAİMOV: Türk şirketleri hali hazırda Kırgızistan’da yatırım yapıyor ancak 2010 yılında meydana gelen olaylar yüzünden pek aktif değiller. Yeni Cumhurbaşkanımızın göreve başlaması siyasi ortamın istikrarlı ve sakin olduğunu gösteriyor. İnanıyoruz ki, bundan sonraki süreçte ekonomik ilişkilerimiz çok daha yüksek seviyelere ulaşacaktır.

DİPLOATLAS: İki ülke vatandaşları arasındaki etkileşim yoğun mu?

ERMEK İBRAİMOV: Bugün Türk Milli Eğitim Bakanlığı’nın yürüttüğü proje sayesinde Türk üniversitelerinde okuyan yaklaşık 1.200 Kırgız öğrenci var. Türkiye’de yaşayan Kırgız sayısı çok fazla değil. Birkaç yüz evlilik ve çalışan 100-150 profesyonel var. Ancak insanlar sık gidip geliyorlar. Türk Hava Yolları’nın Bişkek ve İstanbul arasında haftada 7, Bişkek Havayollarının ise 2 uçuşu var. Her iki şirket de uçuş sayılarını arttırmaya çalışıyor çünkü şu anda tüm uçuşlar dolu.

DİPLOATLAS: Mevcut ilişkileri daha fazla geliştirmek için neler yapılıyor?

ERMEK İBRAİMOV: Eski Başbakanımız ve şimdiki Cumhurbaşkanımız Sayın Atambayev’in Nisan ayındaki ziyareti sırasında, ülkelerimiz arasında vize uygulamasının kaldırılması konusunda mutabakata varılmıştı. Sanıyorum ki yeni düzenleme önümüzdeki Şubat ayında yürürlüğe girecek. Bu, ikili ilişkiler açısından önemli bir adım olacak çünkü Kırgız vatandaşlarının Türkiye’yi, Türk vatandaşlarının da Kırgızistan’ı ziyaret etmeleri kolaylaşacak.

DİPLOATLAS: Okurlarımıza söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?

ERMEK İBRAİMOV: Öncelikle tüm okurlarınıza sağlıklı, mutlu ve başarılı bir yeni yıl diliyorum. Kendilerini 2012’de Kırgızistan’a davet ediyorum. Çünkü Kırgızistan özellikle Haziran – Ağustos döneminde oldukça çekici bir ülke ve ziyaretçilerine yeni ve farklı bir deneyim sunuyor. Ayrıca, kişisel bir gözlemimi paylaşmak istiyorum. Bildiğiniz gibi ben 1996- 1998 yılları arasında da Türkiye’de görev yaptım. Sonra, uzun bir süre Ankara’yı yalnızca heyetlerle birlikte ziyaret ettim ve şehri yalnızca arabaların ve resmi binaların pencerelerinden gördüm. Haziran ayında buraya yeniden geldiğimde, ne kadar olumlu değişiklikler gerçekleştiğini görünce çok şaşırdım. Tamamen farklı bir şehir ve ülke gördüm. Türkiye ne kadar hızlı büyümüş! Bunu güven mektubumu sunarken Cumhurbaşkanı Sayın Gül’e de söyledim. Bir yerlerde Türkiye’nin dünyanın 16. büyük ekonomisi olduğunu ve 2023 itibariyle ilk on arasında yer almayı hedeflediğini okumuştum. Türkiye’ye bu hedefe doğru giden yolda başarı dileklerimi iletmek isterim.

YEŞİL BAŞKENT BİŞKEK

Bişkek, 19. yüzyılın sonlarında kurulmuş bir şehir. Bu yüzden, Orta Asya’nın en genç başkenti olarak tanınıyor. Şehir, geniş parkları ve yeşil alanlarıyla ünlü. Aynı zamanda, zengin bir kültürel yapıya sahip.

Bişkek, Aladağ’ların eteklerindeki Çuy vadisinde, Orta Asya’yı Sibirya’ya bağlayan önemli bir demiryolu hattı üzerinde yer alıyor. Şehrin hemen kuzeyinde Kazakistan var. Burası, bir zamanlar İpek Yolu üzerinde, kervanların dinlenme yeriymiş. 1800’lerin başlarında Özbek Hokand Hanlığı, “Pişpek“ adıyla bir kale inşa ettirmiş, daha sonra Ruslar bu kaleyi yıkıp yerine bir garnizon kurmuşlar. Şehrin imar durumu ve altyapısı 1878’te şekillenmiş ve Pişpek adı zamanla Bişkek’e dönüşmüş. Bir rivayete göre, “Pişpek“, bir Rus subayının yanlış telaffuzu sonucunda “Bişkek“ olmuş.

Taksim anıtındaki adam

Bişkek, 1924’te SSCB idaresindeki Kırgız Özerk Yönetim Bölgesinin merkezi, iki yıl sonra da Kırgız Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti‘nin başkenti yapılmış. Bu dönemde, şehrin adı Bolşevik askeri önderi Mihail Frunze‘nin anısına “Frunze” olarak değiştirilmiş. Bu şehirde doğmuş olan Mihail Frunze, Lenin’in yakın arkadaşı ve Ekim Devrimi’nin önemli simalarından biri. 1921 yılında Sovyet heyetinin başı olarak Ankara’ya gelmiş, TBMM’de Sakarya Zaferini kutlayan bir konuşma yapmış ve iki ülke arasında işbirliği anlaşması imzalanmış. İstanbul’daki Taksim anıtında onun da heykeli var. Atatürk’ün hemen arkasında yer alıyor. Yani, Frunze, yolu Taksim’e düşenlerin bilmeden aşina oldukları bir yüz. 1991’e kadar onun adını taşıyan şehir, bağımsızlığın ardından yeniden Bişkek adına kavuşmuş.

Bir huzur beldesi

1 milyonu aşkın nüfusuyla Kırgızistan’ın en büyük ve en kozmopolit şehri olan Bişkek, kütlesel binaları, Sovyet stili imar planı, ferahlık hissini fazlasıyla yaşayacağınız oldukça geniş cadde ve sokakları, bir veya iki katlı, çatılı, geniş bahçeli evleri ve bol yeşil alanlarıyla sakin bir şehir. Akşam olunca daha da sakinleşiyor. Kocaman ağaçlarla süslü caddelerin çoğunda sulama amaçlı dar su kanalları bulunuyor.

Tarihi bir dokuya sahip olmayan genç Bişkek’in egzotik, biraz da gizemli bir havası var.

Şehrin ana meydanı olan Ala-Too, yani Aladağ meydanı, politik gösterilere, askeri törenlere, konserlere ve festivallere ev sahipliği yapan, fıskiyeli havuzlarla bezeli, cafe’lerin bulunduğu çok büyük bir meydan. Ön kısmında, Kırgızların efsanevi kahramanı Manas’ın heykeli var. Meydanda bulunan Ulusal Tarih Müzesi ve Kırgız Milli Resim Müzesi kesinlikle görülmeli. Özellikle, üzerinde Türk alfabesi ile yazılmış satırlar bulunan Talas yazıtları, Tarih Müzesinin en ilgi çekici parçası. Girişte, yurt adı verilen bir göçebe çadırı var; tam bir el işi göz nuru eseri. Müze eski devrim liderlerinin heykelleri, silah ve takı koleksiyonları, Kırgız kıyafetleri gibi değerli objeler barındırıyor. Beyaz Saray adı verilen, mermerlerle kaplı yedi katlı gösterişli Başbakanlık Konutu ve Meclis binası da bu meydanda, Tarih müzesinin hemen yanında yer alıyor.

Bişkek, Kırgızistan’ın kültür merkezi. Çok sayıda tiyatroya, bir kukla kumpanyasına, opera ve bale’ye ve eğitim kurumuna sahip olan şehirde, Bilimler Akademisi, Devlet Üniversitesi ve Güzel Sanatlar Müzesi şehrin en şık binalarını oluşturuyor. Örneğin Bilimler Akademisi binası adeta saray gibi. Ama hepsinin içinde en görkemlisi, hiç kuşkusuz “Kırgız Devlet Filarmonisi” binası. Mihail Frunze’nin müzeye dönüştürülmüş evi de gezilebilir. Ama, Ressamlar Sokağı’na mutlaka uğramalısınız.

Beton gövdeli Bişkek Camii, gümüş renkli metalden kubbesi ile çok ilginç görünüyor. Minaresinin üç şerefesi ise, mavi-beyaz süslemeli. 1886’da inşa edilmiş olan Cami, kentin en eski binalarından sayılıyor. Bişkek’ın bir diğer ilginç yanı da Yol gazeteleri. Ülkede ve dünyada olup bitenleri yol kenarlarında sıralanmış ilan tahtalarına asılan gazetelerden rahatlıkla okuyabilirsiniz.

Parklar ve anıtlar

Mis gibi bir havaya sahip olan şehir merkezi, ormanı andıran geniş parklar ve anıtlarla bezeli. Parklarda 300’ün üzerinde bitki türü var. Sincaplar meşe ağaçları üzerinde cirit atıyor, hatta geyiklere bile rastlıyabilirsiniz. Çuy Nehri kıyısına kurulu Bişkek’te o kadar çok park var ki, bazen bir parkın nerede bitip nerede başladığı belli olmuyor. Erkindik yani “özgürlük” parkı, şehrin tam göbeğinde. Başta, Kırgızların özgürlüğü için mücadele veren bir kadın kahraman olan Kurmancan Datka olmak üzere, çok sayıda tanınmış Kırgızın heykelini ve Alatoo yani “Aladağ” sinemasını barındırıyor. Her mevsim gençlerin buluşma yeri olan, 2 km uzunluğundaki park, gezinti ve dinlenmek için ideal bir alan. Kırgızların milli kahramanı Manas’ın anısına yapılan “Manas Ayil” köyü de, şehrin içerisinde çok büyük bir park. Manas Destanı’nın 1000. yıl dönümünde, 1995’te açılmış.

Bişkek Tren İstasyonu, 1946’da Alman savaş esirleri tarafından yapılmış. İstasyon o günden bu yana hiçbir yenilik yapılmadan duruyor. İstasyonun hemen karşısında bulunan Erkindik Bulvarı’ndaki Mihail Frunze’nin atlı heykeli, Panfilov eğlence parkı, Atatürk Caddesi ve Atatürk Parkı, SSCB zamanında yapılmış gösterişli Filarmonya Tiyatro ve Gösteri Salonu ile, hemen önündeki meydanda bulunan, oldukça büyük Manas heykeli, bir açık hava heykel müzesi içeren Dubovyi parkı ve bünyesinde resim galerisi de bulunan Aziz Nicolas kilisesi görülmeye değer yerlerin başında geliyor. Beyaza boyalı çıtı pıtı Ortodoks kilisesinin değişik boyutlarda, çok sayıda mavi ya da nefti yeşil renkli soğan tipinde kubbesi var.

Ne ararsanız pazarlarda

Sovetskaya, Gorki, Panfilov, Çuy ve İbraimov caddeleri Bişkek’in en popüler alanları. Sabahlara kadar sürmese de, renkli gece hayatı ağırlıklı olarak Çuy caddesi etrafında akıyor. Kapalı alışveriş merkezleri de hayli rağbet görüyor. Ama hiçbiri, yerel renk ve dokuların peşinde koşanların gözünde, Oş, Orto Say ve Dordoy halk pazarlarının yerini tutamaz. Dordoy tekstil pazarı, iğneden ipliğe kadar her şeyi bulabileceğiniz çok büyük bir mekân. Şehrin en canlı ve büyük çarşısı Oş Pazarı’nda ise öncelikle yiyecek olmak üzere geleneksel ürünler satılıyor. Kırgız kültürüne dair her türlü el yapımı eşyayı da burada bulabilirsiniz. Oş Pazarının hemen yanında, hayli büyük bir Köpek Pazarı var, satıcıların çoğunluğu kadın. Tüm Pazarlar eski eşya satan yaşlılarla dolu. Hediyelik eşya için en güzel tercih Kırgızistan’a özgü keçe şapkalar ve pek de ucuz olmayan halılar.

Bişkek aynı zamanda çevredeki turizm alanları için bir hareket noktası. Özellikle doğa sporları ile ilgilenenlerin tercih ettiği dağlık bölgeler ya da Issık Göl turları burada başlıyor. Yazın bile kayak yapılabilen alanlara sahip olan bölgede, tırmanış, at gezintisi ve yürüyüşler pek revaçta. Şehirden görülen karlı dağların manzarası harika. Bişkek’in 35 km güneyinde Ala-Arça Milli Parkı var. Muhteşem kırmızılıktaki lâleleriyle göz alan Park 1976 yılında kurulmuş. Güzel bir treking güzergâhından yarım saat yolculukla 2.500 m yüksekliğe çıkılıyor ve bir anda kendinizi şırıl şırıl akan dereler, çayırlar, orman, dağ ve bulutlarla sarmalanmış hissediyorsunuz.

3000 YILLIK KUTSAL ŞEHİR

Kırgızistan’ın ikinci büyük şehri olan Oş, ülkenin güneybatısında, tarihî İpek Yolu üzerinde yer alıyor. Tarihi 3000 yıl öncesine kadar giden Oş, hem Türk tarihi açısından önemli, hem de İslâm dini açısından kutsal bir kent.

Kırgızistan‘ın güneybatısında, Fergana Vadisi’nin güneyinde bulunan Oş, sanki sınırlar arasında sıkışıp kalmış. Hemen iki adım ötesinde Özbekistan, güneybatısında Tacikistan, güneydoğusunda ise Çin var. Şehrin yaklaşık 200.000 olan nüfusu Kırgız, Özbek, Rus ve Tacik’lerden oluşuyor. Akbura Nehri’nin ikiye böldüğü Oş, Kırgızistan için çok önemli, çünkü burası güneyin ekonomi, kültür, sanat ve eğitim merkezi.

3000 yıllık kent

2001 yılında, Oş’un 3000’inci kuruluş yıldönümü kutlanmış. Aslında, şehrin ortaya çıkışını Hz. Adem’den başlatan efsaneler bile var. Bir zamanlar, Büyük İskender’in yolunun geçtiği bu topraklar, Türk tarihi açısından da çok değerli. 8.yüzyılda İpek Yolu üzerinde, bir ipek üretim merkezi olan Oş, Karahanlılar’ın ilk ortaya çıktıkları yer. Burası, aynı zamanda, Babür İmparatorluğu’nun kurucusu Babür Şah’ın da izlerini taşıyor. Bilindiği gibi, 16.yüzyılda Fergana Vadisi’nde doğan, müzik tutkunu ve şair Babür’ün, kendi hayatını Çağatay Türkçesiyle ve şaşırtıcı bir içtenlikle anlattığı Babürname, islâm dünyasındaki ilk otobiyografik eser sayılıyor. Pek çok dile çevrilip defalarca basılmış.

Oş şehrindeki Süleyman Dağı’nda, Babür’ün bizzat yaptığı söylenen bir evi bulunuyor. Bu tek odalı küçük ev sonradan Camiye dönüştürülmüş. “Babür Evi” olarak bilinen cami, kutsal bir yer sayılıyor ve ziyaretçisi eksik olmuyor. Oş şehrinin sırtını yasladığı Süleyman Dağı, UNESCO Dünya Mirası listesinde. Efsaneye göre, Hz.Süleyman, Oş’u ziyaretinde geceyi sürekli dua ederek burada geçirdiği için dağa “Süleyman Dağı” adı verilmiş. Hz.Muhammed’in de gelip, burada ibadet ettiği rivayet ediliyor. Bu nedenle ikinci Mekke olarak kabul edilen şehir, çevre ülkelerde yaşayan müslümanlarca da kutsal sayılıyor ve Oş’u ziyaret edenlerin yarı hacı olduğuna inanılıyor.

Süleyman Dağından şehre inerken, sola döndüğünüzde de, 16 yüzyılda yapılmış olan Rabat Abdullah Han Camiine geliyorsunuz. Şehrin bu önemli camiinin de çok sayıda ziyaretçisi var. Bir başka değişik yapı da Süleyman Dağı’nın güneyindeki Asaf-ibn-Burhiya türbesi. 12.yüzyıldan kalma bu dörtgen yapının çatısı düz ve kubbesiz. Giriş kapısının etrafında ise, mavi süslemeler mevcut.

İpek Yolunun önemli bir kavşağında, Fergana Vadisi’ne hakim bir noktada bulunan Süleyman Dağı’nın tepelerinde ve yamaçlarında, Bronz çağına ait tarım alanları, birçok ibadet yeri ve duvarlarına resimler çizilmiş mağaralar var. Tepelerin etrafına dağılan dini yapılar, patikalarla birbirine bağlanmış ve çoğu bugün de kullanılıyor. Efsaneye göre, Süleyman Dağı’na gelen hastalar şifa bulurlar ve ömürleri de uzarmış.

Geçmişten Günümüze

Oş, antik çağlardan beri önemli bir ticaret şehri. Bugün bile, Akbura Nehri boyunca 1 km kadar uzanan Oş Pazarı göz kamaştırıcı. Pazar, büyük modern çarşılar kurulmadan önce, Orta Asya’nın en renklisi ve en büyüğüymüş. Hâlâ da çok renkli ve kalabalık. İğne atsanız yere düşmüyor. Yaşı 2.000’den büyük olan pazar, bütün canlılığı, gürültüsü, genişlemiş ve değişmiş haliyle bugün de aynı yerde. Oş’un pirinci, tütünü, cevizi, üzümü, ipeği ve atları yüzyıllardır ünlü. Çinliler üzümü ve yoncayı buradan götürmüşler ülkelerine.

Oş Pazarının hemen yanında, Kırgızistan’ın en büyük camii olan Şehit Tepe Camii var. 1910 yılında yapılan ahşap cami, SSCB döneminde bir süre kapatılmış, sonra 1943’te yeniden açılmış. Yakın bir zamanda Suudi Arabistan’ın desteği ile restore edilen cami bugün 5 bin kişi kapasiteli.

Oş’un küçük havaalanından şehir merkezine gelmek yaklaşık 5 dakika sürüyor. Sokaklar işporta tezgâhlarıyla dolu. Eski bir ipek fabrikası Sovyet döneminde de varlığını korumuş ama artık aktif değil. Ülkenin en büyük ikinci şehri olan Oş, aynı zamanda önemli bir eğitim merkezi. Oş Devlet Üniversitesi, Kırgızistan’ın en büyük ve en eski üniversitelerinden ve bünyesinde 16 fakülte ile 6 enstitü barındırıyor. Üniversite binası, uzun kenarlarından biri olmayan dörtgen biçiminde, sade ama tipik Sovyet kütleselliğini yansıtıyor. Ana giriş kapısında da beyazın ağırlıkta olduğu sütunlar mevcut.

Şehirdeki en ünlü heykel, Kırgızların ulusal kadın kahramanı Kurmancan Datka’nın heykeli. Kurmancan Datka, Rusların Orta Asya’da yayılmacı bir politıka izledikleri 19. yüzyıl sonlarında, Kırgızların başına geçmiş ve halkın Rus askerî güçleri tarafından mağdur edilmesini büyük ölçüde engellemiş. Bu kahraman ve bilge kadın, ülkede bugün de çok seviliyor. Şehirde, ayrıca Lenin’in de bir heykeli var. Modern bir bina olan Oş Drama Tiyatrosu da heykellerle bezeli yemyeşil bir bahçenin içinde.

Oş’un çevresi

Tarihi Oş şehrinin kendisi kadar, yakın çevresi de görülmeye değer güzellikte. Ülkenin güneyini kuzeyden ayıran yüksek dağ silsilesi, dağ yürüyüşleri için ideal bir alan oluşturuyor. Oş, bu tür spor turizminin hareket noktası.

Oş’a 55 km uzaklıkta bulunan Uzgen kasabası ise, Karahanlılar’ın ilk başkenti. Uzgen, Kırgız pullarını ve paralarını süsleyen, 12.yüzyıl tarihli türbesi ve minaresiyle meşhur. Tuğladan, dörtgen, düz çatılı türbe inanılmaz estetik. Üç kapılı ön cephesindeki taş işçiliği ise gerçekten hayranlık uyandırıyor. Yukarı doğru daralan ve tepesinde küçük bir kubbe bulunan minarenin geometrik desenli süslemelerindeki ustalığın hayli yüksek kalitesi de dikkat çekici.

BİR DOĞA HARİKASI
KARAKOL

Kırgızistan’ın dördüncü büyük kenti olan Karakol, Issık Göl’ün doğu kıyısında yer alıyor. Şehrin yakın çevresinde, Ak-Su kaplıcaları, Yedi-Öküz Kanyonu ve dünyanın en uzun buzullarından olan İnilçek buzulu gibi doğa harikaları var.

Karakol, Kırgızistan’ın kuzey doğusunda, Issık Göl‘ün de doğu kıyısında, 75 000 nüfuslu çok şirin bir kent. Burası, Issık-Köl vilayetinin merkezi ve ülkenin de dördüncü büyük şehri. Söylentiye göre ilk yerleşimciler, ellerini-kollarını siyaha boyayan toprağı nedeniyle bölgeye Kara-kol ismini vermişler. 1886’da Prjevalsk adını alan ve başlangıçta Rus köylülerden oluşan şehrin nufusu, Çin zulmünden kaçan Dungan’ların göç akını ile artmış. Kırgız nüfus, 1930’larda toprakların kolektifleştirilmesi ve göçebelerin zorunlu iskânıyla gelmiş buralara. Şehir, 1991 yılında, yani bağımsızlık sonrasında, ilk adı olan Karakol’a yeniden kavuşmuş. Bugün de şehir nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan Dunganlar, Müslüman Çinliler olarak anılıyor. Rivayete göre, çok iyi bildikleri tarımı Kırgızlara öğretmeleri için Sovyet hükümeti tarafından Karakol’a yerleştirilmişler. Bugün de Dunganlar, genellikle tarım ve meyve-sebze ticaretiyle uğraşıyor.

Keşfetmenin Büyüsü

Bir dönem Prjevalsk diye anılan şehre adını veren Nikolay Prjevalski, bir Rus subayı ama aynı zamanda coğrafyacı, doğa bilimci ve kâşif. Karakol’da ona ait bir mezar, anı parkı ve müze var. Merkeze 5 km uzaklıkta olan ve Issık Göl’e bakan Müzeyi, iki dağ keçisinin beklediği giriş kapısının üstündeki kartal koruyor. Beyaz ve açık bej renkli binanın girişinde süslü başlıklı beyaz sütunlar yükseliyor. Anı parkı’ndaki anıtı da bu kez kanatlarını açmış bir kartal bekliyor. Issık Göl’ün dibinde ve kıyılarında araştırmalar yapan ve tifodan ölen Prjevalski’nin son isteği göl kıyısına gömülmek olmuş. Doğa bilimcinin adı, 1879’da keşfettiği ve Moğolların “takh” dedikleri bir at türüne de verilmiş. Siyah kısa ve dik yelesi, iri başı, beyaz burnu, küçük kulakları, uzun kıllı kuyruğu ile farklı bir tür. Soğuktan korunmak için kışın kılları uzuyor. Bugün sayıları hayli az olsa da özel doğal koruma alanlarında yaşıyorlar.

Şehir turu

Küçük bir üniversitesi olan, kendi halinde bir şehir, Karakol. Pazar günü kurulan devasa pazarı pek meşhur. Gerçekten de, hareketlilikten başınız dönüyor. Şehirde, birkaç eski Sovyet binası ve birkaç modern yapı ile sokakları çevreleyen sevimli küçük Rus evleri yan yana. Beyaz boyalı, mavi kapılı ve pencereli bu süslü evler, inanılmaz zarif görünüyor. Çatı ve pervazlardaki gök mavisi, su yeşili ya da turkuaz süslemeler dantelden farksız. Mimaride hem Rus, hem de Çin etkisi var. Burası, kenarlarında kavakların yükseldiği uzun sokaklar, evler arasındaki bağ, bahçe ve çayırlarla, biraz kırsal kesimi de andıran ilginç ve huzurlu bir şehir.

Şehrin en ilginç yapılarından olan Dungan Camii, 1910 yılında açılmış. Gövdesi beyaz, kapı ve pencere pervazları mavi olan cami, tümüyle ahşap bir yapı. Yapımında, ne bir çivi, ne de vida kullanılmış. Sütlü kahve rengindeki ahşap sütunlarla çevrili caminin masmavi çatı altı süslemeleri tam bir ustalık eseri. Tipik Çin stili kıvrık çatıyla birleştiği kısımlarda, sütunların arasında kırmızı çiçeklerle süslü, Çin motifleriyle ince ince işlenmiş dar, yeşil ahşap bir şerit var. Caminin hemen yanındaki minare de ahşaptan yapılmış. Açık maviye boyalı minarenin kubbesi köşeli ve en üstte de bir hilal görülüyor. Daha çok Budist tapınaklarını andıran bu göz kamaştırıcı cami, Dunganlar tarafından inşa edilmiş.

Birkaç sokak ötede, yine tümüyle ahşap olan ve masal evlerini andıran, Rus Ortodoks Katedrali var. 1895 tarihli binanın ana giriş kapısına merdivenlerle çıkılıyor. Biri daha büyük olan beş kule üzerinde, köşeli yeşil konik bölümler, mavili-beyazlı kısacık bir sütun, onların üzerinde de altın sarısı soğan kubbeler, en tepede ise haçlar var. Çatı fıstık yeşili, kule ve kubbeler dışındaki kısımlar ise boyasız. Pencere ve çatı altı süslemeleri ise bir şaheser. Şehrin önemli yapılarından olan Katedralin içi, canlı renkte ahşap süslemeleri, çiçekleri ve gülen babuşka’larıyla çok sevimli.

Karakol Bölge Müzesi ise, binlerce yıllık resimli ya da yazılı taşlar, İskit dönemi aletleri, jeolojik objeler ve maden işletimine dair malzemeler içeriyor. Issık Göl’ün güney kıyısına 80 km uzakta bulunan Kumtor altın madeninin, dünyanın ikinci büyük altın madeni olduğunu da ekleyelim.

Baş döndüren doğa

Aladağlar’ın eteğindeki Karakol vahşi ve büyüleyici bir doğal yaşam alanı ile çevrili. Bu nedenle, dağ yürüyüşü ve kayak yapmak için bir merkez konumunda. Şehrin yanıbaşındaki Karakol Milli Parkı 1997’de kurulmuş. 10 km uzaklıkta ise sarp inişleri ve çam ağaçlarının serinleten gölgeleri ile Araşan Boğazı var. Yemyeşil çayırları, kocaman mantarları, tepenizde dönüp duran şahin ve kartalları, olağanüstü güzellikteki atları ve rengarenk çiçekleriyle Altın-Araşan Vadisi de mücevherden farksız.

Merkeze 15-20 km uzaklıktaki Ak-Su Kaplıcaları ve Yedi-Öküz Kanyonu hayli rağbet görüyor. Yedi-Öküz gelin ve damatların da gözdesi; ikiye ayrılmış kalp gibi görünen dağı arkalarına alıp fotoğraf çektiriyorlar. YediÖküz Yaban Hayatını Koruma Sahası, 30 bin hektarlık alanı kapsıyor. Bu saha içinde yer alan Ala Göl’ün berrak suları eriyen buzullarla besleniyor, gölden çıkan sular da bir çağlayan oluşturuyor. Karakol’a 60 km uzaklıkta da, dünyanın en uzun buzullarından İnilçek bulunuyor.

CEVİZ DİYARI CELALABAD

Kırgızistan’ın güneybatısında yer alan Celalabad şehri, kaplıcaları ve ceviz ağaçlarıyla ünlü. Tarihi İpek Yolu üzerinde bulunan bu Kırgız kentini, Afganistan’daki Celalabad şehriyle karıştırmamak gerekiyor.

K ı r g ı z i s t a n ’ ı n üçüncü büyük şehri olan Celalabad, ülkenin güneybatısında, Özbekistan sınırının hemen yanıbaşında yer alıyor. Yaklaşık 150 000 nüfuslu kent, aynı adı taşıyan vilayetin de idarî merkezi. Nüfusunun yarıya yakınını Özbek kökenlilerin oluşturduğu bu küçük şehir, dönem dönem Oş vilayeti ile birleşmiş, sonra ayrılmış. Aslında, Celalabad, Oş’a sadece 60 km uzaklıkta ama bu yolun 7-8 kilometrelik kısmı Özbekistan topraklarından geçtiği için bir şehirden diğerine o kadar da kolay gidilemiyor. Babaş Ata Dağı eteğinde, Kugart Nehri kıyısında bulunan Celalabad, İpek Yolu üzerinde çok eski bir yerleşim yeri, ama o günlerden bugüne pek bir iz kalmamış.

Bugünkü Celalabad şehrinin oluşması, 19. yüzyılın ilk yıllarına rastlıyor. Hokand Hanlığının inşa ettiği küçük bir kale, o günlerde burada bulunan köyün nüfusunun hızla artmasına neden olmuş. O zamanlar, ahali tarım ve hayvancılık yapar, kaplıcalara gelenlere de hizmet verirmiş. 1870’de, Ruslar bölgeye gelip, garnizon ve askeri hastane kurmuşlar. 1916’da demiryolu inşa edilmiş. Özellikle demiryolunun Celalabad’ın önemini çok arttırdığı ve şehirleşmeyi hızlandırdığı söyleniyor. Zaten, 1950’lerde şehir tümüyle imar edilmiş, kaplıcalar yeniden düzenlenmiş ve endüstri atılımları başlamış.

Üç gözlü kapı

Düzenli ve yeşil caddeleri ve çok sayıda parkı ile tam bir huzur beldesi olan Celalabad’a üç gözlü, mavi ve pembe renkli üç kubbesi ile çok gösterişli görünen bir kapıdan giriliyor. Girer girmez de bir heykel karşılıyor sizi.

Celalabad, hem bir öğrenci şehri, hem de ekonomisi ile ülkeye önemli katkıda bulunuyor. Ekonomik yaşam daha çok tarım ve hayvancılığa dayalı. Verimli ve sulak arazilere sahip olan bölgede tahıl, pamuk, tütün, sebze, meyve çeşitleri, mısır, şam fıstığı ve ceviz yetiştiriliyor. Bir zamanlar yapılan ipek üretimi artık durmuş. Sanayi ise sıvı yağ üretimi, inşaat malzemeleri, ahşap donanım, elektrikelektronik ve gıda ile sınırlı. Ceviz ağacı üzerine çalışan mobilya ve kakma süs işi atölyelerine sıklıkla rastlıyorsunuz. Celalabad pazarında, deyim yerindeyse, yer gök ceviz. Özellikle de, kabuklu yeşil ceviz ve balla yapılan ceviz marmeladı çok leziz ve meşhur.

Şehir, merkezden 5 km uzakta, 700 m yükseklikteki Eyüp Dağı’nda bulunan mineralli suları, kaplıcaları ve sanatoryumu ile tanınıyor. Tesisler Sovyet döneminde yapılmış. Ak-bulak, Eyüpbulak ve Kız-bulak gibi kaynaklardan çıkan sular şişeleniyor ve yurt dışına da satılıyor. Rivayete göre, Hazreti Eyüp Peygamber kaynağının suyu cüzzamlıları iyileştiriyormuş. Aynı adı taşıyan sanatoryumda mide ve deri hastalıkları da tedavi ediliyor.

Kışları soğuk ve yağışlı, yazları ise sıcak ve kurak geçen Celalabad bölgesi hayli dağlık. Nüfus daha ziyade alçak bölgelerde yoğunlaşıyor. Çevre dağ yürüyüşü ve tırmanışlar için çok uygun. Yörede, pek çok dağ gölü ve vadi var. At yetiştiriciliğinin yapıldığı geniş otlaklarda sık sık karşınıza göçebe çadırları çıkıyor. Köy evleri ise, genellikle tek katlı.

En Eski Ceviz Ormanı

Arslanbob, denizden 1600 m yükseklikte, Bazarkorgon yakınlarında tarihi bir dağ köyü. Arslanbob Nehri vadisinde, dünyanın en eski ve en büyük doğal ceviz ormanının ortasında konuşlanmış. Asırlık ağaçların meydana getirdiği bu muhteşem orman, milli park statüsünde. Buradaki cevizlerin tadına Büyük İskender’in bile baktığı, hatta ülkesine götürdüğü rivayet ediliyor. Bölgede her yıl 1500 ton ceviz üretiliyor. 1.500 nüfuslu Arslanbob tam bir tatil yöresi. Biri küçük diğeri büyük iki şelalesiyle de etkileyici bir güzellik sergiliyor. Derinliği olmayan bir gölcük oluştursa da, serinliği, temiz havası ve irili ufaklı taşlar arasından ağaç gölgelerinde yoluna devam eden suyu insana yorgunluğunu unutturuyor. Eskiden ipek böceği yetiştiriciliği yapılan köy, Babaş-Ata Dağı eteğinde, harikulâde manzarası ile dağ yürüyüşleri için de ideal. Burası, aynı zamanda da bir ziyaret yeri; çünkü, Ahmed Yesevi’nin ilk hocası olan Arslan Baba’nın türbesi burada. Kare biçimli küçük türbe tuğladan yapılmış ve beyaza boyanmış. Ön cephe köşelerinde mavi-beyaz sivri uçlu süs sütunları, giriş kapısının tam üstünde ise tuğladan üçgen çatı bölümünün ucunda çift dağ keçisi boynuzu var.

Bölgede çok sayıda maden ocağı ve hidroelektrik santral bulunuyor. Narın Nehri üzerinde kurulu devasa Toktogul Barajı’nda üretilen elektrik hem Kırgızistan’ın, hem de komşu ülkelerin ihtiyacını karşılıyor. Toktogul çevresi at gezintileri için bir cennet. Barajın turkuaz renkli göleti tepelerle çevrili, göz alabildiğince uzanan otlakların hakimi ise atlar. Özellikle baharda, hala karlı zirvelerin eteklerinde ağaçlarla vahşi çiçekler, kırmızılarla yeşiller birbirine karışıyor. Yol kenarlarında satılan kımız, bal, tereyağı ve Narın Nehri’nin çok lezzetli alabalığını tatmadan geçmemek gerek.

Sarp ve kayalık dağlar arasında oluşturulmuş Taşkömür Barajı da bu coğrafyanın kayda değer güzelliklerinden. Son derece berrak suyunun yeşile çalan turkuaz rengi, baraj tabanında bulunan taşlar üzerindeki yosunların yansımasından. Vadi çok dar olduğu için bu kesimde yol yapmak için dağlar oyulmuş, tüneller açılmış. Yol boyunca zümrüt yeşili-petrol mavisi karışımı Narın Nehri usul usul akıyor.

SIRADIŞI SPORLAR

Kırgızistan’ın geleneksel sporları hem halk tarafından çok rağbet görüyor, hem de turistlerin çok ilgisini çekiyor. Genellikle at üzerinde yapılan bir çok yarışma tam bir festival havasında gerçekleşiyor.

Kırgızistan’da başta futbol olmak üzere olimpik sporların hemen hepsi yapılıyor ve uluslararası başarılar elde ediliyor. Ama, ülkede, bir şölen havasında düzenlenen geleneksel sporların yeri başka.

At-Çabışı

Kırgızistan’da yaygın olan, şahin ve doğan gibi yırtıcı kuşlarla yapılan avcılık bir kenara bırakılırsa, geleneksel sporlar genellikle at üzerinde yapılıyor. Tabii, bu alanda ilk akla gelen “At-Çabışı”, yani “At yarışı”. At-Çabışı, uzun mesafeli bir yarış. Mesafe 4 km’den 100 km’ye kadar olabiliyor. Atlar hem hızlı, hem de dirençli olmalı. Yarışa katılacak atların 3 yaşından, binicilerin ise 13 yaşından küçük olmaması gerekiyor. Bu da, atların, doğduktan sonra 3 yıl boyunca bu yarışa hazırlanmaları demek.

Ülkede çok yaygın olan bir yarışma da “Ulak tartış”. Burada “ulak”, oğlak anlamına geliyor. Zaten yarışma da, at üzerinde sahaya çıkan iki takım oyuncularının, kesilip yere bırakılmış olan bir keçiyi kapıp, hedef noktasına bırakması şeklinde. Diğer Orta Asya ülkelerinde de yaygın olan bu oyuna “Buzkaşi” de deniliyor.

Yine at üzerinde oynanan “Odarış” müsabakasında, sahaya çıkan iki oyuncu, birbirini eğerinden çekerek veya iterek atından düşürmeye çalışıyor.

Kızlarla erkeklerin birlikte oynadıkları “Kız kuumay” ise, eskiden düğünlerde yapılan bir oyunmuş. Burada, atıyla kaçan bir kızı, bir oğlanın kovalaması söz konusu. Eğer delikanlı kızı bitiş noktasına varmadan yakalayabilirse, onu öpmeye hak kazanıyor. Eğer yakalayamazsa, bu kez de kız oğlanı kovalayıp, kırbaçla vuruyor. Bu eğlenceli oyunun çekici olan bir yönü de, sporcuların rengârenk geleneksel giysiler içinde alana çıkmaları ve yarışın adeta bir folklor gösterisi havası içinde geçmesi oluyor.

KIRGIZ EKONOMİSİNİN KOZLARI:
TARIM VE DEĞERLİ MADENLER

Bir tarım ülkesi olan Kırgızistan’da, yer altı kaynakları da ülke ekonomisi için önemli bir koz oluşturuyor. Başta altın olmak üzere, çeşitli madenler ülkeyi zenginleştiren unsurların başında geliyor.

Kırgızistan ekonomisinde tarım sektörü önemli bir yer tutuyor. Yüksek dağlarla kaplı olan bu ülkede, tarıma uygun 1,5 milyon hektar arazi bulunuyor. Bu rakam, ülke yüzölçümünün yüzde 7’i demek. Ama, hayvancılığa elverişli otlak alanların oranı yüzde 44’ü geçiyor. Bu da, hayvancılığın tarım sektöründe önemli bir yer tuttuğunun göstergesi.

Tarım ve hayvancılık

Tarım sektörü, Kırgızistan ekonomisinde yüzde 35’lik bir paya sahip. Ülkedeki insan gücünün yüzde 55’i tarım sektöründe faaliyet gösteriyor. Tarım faaliyetlerinin en yoğun olduğu yerler ise, ülkenin güney batısındaki Oş ve Celalabad illeri, Fergana vadisi, kuzeyde Talas ve Çuy vadileri, ayrıca Issık Göl çevresindeki tarım alanları.

Tarım ürünleri açısından, tütün, pamuk, patates, üzüm ve sebzeler en çok üretilen maddeler. Başta tütün ve pamuk olmak üzere, bunların bir bölümü de ihraç ediliyor. Tabii hayvancılığın da önemli boyutlarda olduğu ülkede, saman üretiminin de fazla miktarda olduğunu unutmamak gerekir. Ayrıca buğday, arpa, mısır gibi tahıl ürünleri de bol miktarda elde ediliyor.

Kırgızistan’ın geniş ve verimli otlaklarında koyun, keçi ve sığır yetiştiriliyor. Hatta bazı bölgelerde “yak” adı verilen Tibet öküzlerini yetiştirenler de var. Ayrıca at sürülerine, kümes hayvanlarına ve domuz yetiştirenlere de rastlayabilirsiniz. Kırgızistan’da atlar üçe ayrılıyor: binek hayvanı olarak ya da taşıma için kullanılan evcil atlar; doğada serbestçe dolaşan yabani atlar; ve hem etinden hem de sütünden yararlanmak üzere yetiştirilen çiftlik atları. At etinin yaygın biçimde tüketildiği ülkede, sadece bu son gruptaki atların eti yeniyor.

Değerli madenler

Kırgızistan, değerli maden kaynaklarına sahip bir ülke. Özellikle altın, hem bolca üretilen, hem de ihraç edilen bir maden. Altın ihracatının ülke ekonomisine hayli önemli bir katkısı var. Bu konuda “Kırgızaltın” isimli kamu kuruluşu en büyük söz sahibi. En büyük altın madeni ise, “Kumtor” altın madeni. Taldı–Bulak ve Toktonisay da yeni maden alanları.

Ülkede ayrıca uranyum ve antimuan madenleri ve taş kömürü de var. Kömür rezervlerinin hacmi 2,5 milyar ton olarak hesaplanmış.Özellikle, kuzey Kırgızistan’daki “Karakeçe” kömür havzasından yılda 1 milyon tona yakın ürün alınabileceği umuluyor.

Petrol ve doğalgaz konusunda, doğa Kırgızistan’a pek cömert davranmamış. Ülkede az da olsa, küçük çaplı bir petrol üretimi var. Ama doğalgazın tamamı Özbekistan’dan ithal ediliyor. Buna karşılık hidroelektrik üretim imkânları daha zengin. Kırgızistan, Kazakistan’a elektrik satıyor, karşılığında petrol alıyor. Sanayi alanında, gıda sanayi, cam üretimi ve tekstil ön sırada geliyor. Son yıllarda, inşaat sektörünün de çok geliştiği bir gerçek. Bunda, otoyollar gibi alt yapı uygulamalarının büyük bir rolü olduğu söyleniyor.

Kırgızistan’ın en çok ihracat yaptığı ülkeler arasında, Birleşik Arap Emirlikleri, İsviçre, Rusya, Kazakistan ve Kanada; en çok ithalat yaptığı ülkeler arasında ise, Rusya, Kazakistan, Çin, ABD ve Özbekistan önde geliyor.

KIRGIZİSTAN’IN GAZİANTEP FAHRİ KONSOLOSU
ve TİRYAKİ AGRO’NUN CEO’SU SÜLEYMAN TİRYAKİOĞLU:
“KIRGIZİSTAN İLE AKSİYON
PLANLARI OLUŞTURDUK”

Kırgızistan’ın Gaziantep Fahri Konsolosu Süleyman Tiryakioğlu, aynı zamanda, Türkiye’nin tarımsal ürünler sektöründeki en büyük özel şirketi olan Tiryaki Agro’nun da CEO’su. Tiryaki Agro, 1 milyar dolar cirosu ile, 2010 yılında, Türkiye’nin en büyük 54. firması olmuş. Şirket, bakliyatta yüzde 25, tahıl alanında yüzde 5, yağlı tohumlar ve kuruyemişte ise yüzde 10’un üzerinde bir pazar payına sahip. 20 ülkeden alım yapan ve 80 ülkeye ihracat gerçekleştiren Tiryaki Agro, 1980 yılında, Tiryakioğlu ailesi tarafından Gaziantep’te kurulmuş. Şirketin CEO’su ve Kırgızistan’ın Gaziantep Fahri Konsolosu Süleyman Tiryakioğlu, hem Kırgızistan
ile yapılan ortak çalışmalar, hem de Tiryaki Agro’nun faaliyetleri hakkındaki sorularımızı yanıtladı.

Kırgızistan Fahri Konsolosu olarak 2011 yılında ne gibi faaliyetlerde bulundunuz?
2011 Nisan ayı itibariyle resmen başladığım Kırgızistan Fahri Konsolosluk görevime, şirket içinde bir Fahri Konsolosluk İrtibat Ofisi kurarak başladım. Hemen akabinde, Sayın Büyükelçimiz ile Gaziantep’te bir toplantı organize ederek, birlikte neler yapacağımızı ve izleyeceğimiz programı belirledik. Çok kısa bir süre içinde büyükelçilik yetkilileri ile iletişimimiz gelişti ve periyodik olarak görüşmelerimize başladık. İhtisas alanımın tarım ve tarım ürünleri olmasından dolayı, firma olarak ilgili ürünlerin ithalat ve ihracatında Kırgızistan ile çalışmalarımıza ağırlık verdik. CEO’su olduğum Tiryaki’nin, Kırgızistan ile tarım ürünleri ve tarıma dayalı sanayinin gelişmesi çalışmaları çerçevesinde ithalat, ihracat ve yatırımların artırılması konularında her iki ülke bakanlarının katılımı ile çeşitli görüşmeler yaptık aksiyon planları oluşturduk.

Ayrıca, Ağustos ayında kutlanan Kırgızistan 20. Bağımsızlık yılı kutlamalarına katılarak gerekli desteği sağladım. Kırgızistan Cumhuriyeti vatandaşlarının hak ve çıkarlarının korunması çalışmaları çerçevesinde, Gaziantep’te bulunan Kırgız öğrencilerin eğitimleri ve sosyal durumları ile yakından ilgileniyorum. Ayrıca, Van depreminde zarar gören Kırgız kökenli vatandaşların mağduriyetlerinin giderilmesi amacı ile de yardım çalışmalarını bizzat takip ettim. Yine aynı yıl içinde Kırgızistan Başbakanı’nın ülkemizi ziyaretinde heyette bulundum ve sponsor oldum.

Firmanız hakkında da bize bilgi verebilir misiniz?

Tiryaki, kendi sektöründe Türkiye’nin en büyük özel şirketi ve en büyük ihracatçısıdır. İlk 500 firma araştırmalarında 54. sırada yer alan Tiryaki, son 3 yıl içerisinde Gaziantep ili vergi sıralamasında ve Anadolu’nun en büyük şirketleri sıralamasında 3. sırada yer almıştır. Dünyanın en büyük sertifikalı buğday üreticisi olan şirketimiz, Türkiye’nin en büyük ve modern mercimek işleme tesislerine de sahiptir ve yine ülkemizin en büyük fıstık üreticisi ve ihracatçısıdır. Dünyanın en büyük organik buğday ihracatçısı olarak da ön plana çıkıyoruz.

Şirket bünyesinde kaç fabrika bulunuyor?

Tiryaki’nin bünyesinde Gaziantep, Mersin, Trabzon ve Bandırma’daki üretim tesislerimiz ile 10 ayrı ilde depo ve ofislerimiz bulunuyor.

Hangi ülkelere ihracat yapıyorsunuz?

5 kıtada, 80 ülkeye ihracat yapıyoruz. Satışlarımızın yüzde 57’si Türkiye içinde ve transit satışlar. İhracatımızın yüzde 15,6’sı Avrupa’ya, yüzde 24,5’i Ortadoğu ve Kuzey Afrika pazarına, yüzde 6’sı da diğer ülkelere yapılıyor.

Yatırım ve ciro açısından hedefleriniz nelerdir?

2011 yılında, yatırımlarımız bütün hızıyla devam etti. Mersin tesislerimize 250.000 ton kapasiteli fabrika ve depolama yatırımı yaptık. 40.000 tonluk Kızıltepe yatırımı, 50.000 tonluk Çorum kaynaklama deposu yatırımı ve Gaziantep tesislerimizin modernizasyonu da devam ediyor. Önümüzdeki dönemde de, kaynaklama ve liman bölgelerindeki yatırımlarımıza devam edeceğiz.

2011 Haziran sonu itibariyle son 12 aylık konsolide ciromuz 1,021 milyar dolar seviyesine ulaşmıştı. 2011-2012 yılında ise, 1,7 milyar dolar ciro hedefliyoruz.

DÜNYANIN EN UZUN DESTANI
MANAS DESTANI

Kırgızların millî destanı Manas, 9. yüzyıldan bugünlere gelmiş devasa bir sözlü halk edebiyatı şaheseri. Yaklaşık 500.000 mısradan oluşan bu manzum eser, dilinin canlılığı ve akıcılığı ile dikkat çekiyor.

Kırgızistan’ın en önemli kültür hazinesi olan Manas Destanı, 1000 yılı aşkın bir süredir, ağızdan ağıza ve nesilden nesile aktarılarak bugünlere ulaşmış uzun bir manzum eser. Yaklaşık yarım milyon mısradan oluşan bu sözlü destan, Homeros’un ünlü İlyada ve Odissea destanlarından 20 kat daha uzun. Kırgızların, kahramanlık hikayeleri ile dolu yaşam serüvenini anlatan Manas Destanı, her dönemde ortaya çıkan ve “manasçı” olarak adlandırılan destan anlatıcıları sayesinde hiç unutulmamış. Kırgızlar için bu destan, hem kutsal tarihlerinin tanığı, hem de ulusal kültürlerinin önemli bir sembolü.

Doğuştan kahraman

Aslında Manas Destanı 3 bölümden oluşuyor. Birinci bölümde Manas’ın, ikinci bölümde Manas’ın oğlu Semetey’in, üçüncü bölümde ise Semetey’in oğlu Seytek’in hayatı ve başarıları anlatılıyor. Çünkü, efsaneye göre, Manas öldüğünde yerine oğlu Semetey geçmiş, o ölünce de halkı koruma görevini oğlu Seytek üstlenmiş. Kırgızların tarihine ışık tutan bu destanda Çinlilere, Karahıtaylara ve Kalmuklara karşı verilen özgürlük savaşları, çeşitli kavim ve boyların Orta Asya’ya göçleri, birbirleriyle karışıp kaynaşmaları, islâmiyetin kabulü ve yayılması, Kırgızlar arasındaki çekişmeler, gurur ve vatan aşkı anlatılıyor. Hikâyeler hem bağımsız, hem de birbirinin devamı olarak bir bütün oluşturuyor, tarihi olayların akışı da sıralı şekilde veriliyor.

Destana adını veren Manas, ölümlülere hiç benzemeyen, çok özel biri. Doğar doğmaz, bir kahraman olacağı anlaşılmış, daha beşikteyken konuşmaya başlamış. 10 yaşına gelince tam bir kahraman olarak ünlenmiş. Daha sonra, Manas, Kanıkey ile evleniyor ve Semetey adında bir oğlu oluyor. Efsaneye göre, iki defa öldürülmesine rağmen tekrar dirilmiş. Ama üçüncü ölümü, geri dönüşü olmayan, sahici bir ölüm.

Destanda, Manas’ın giyimi kuşamı, silahları, at koşumları bütün inceliğiyle anlatılıyor. Zırhını ve kispetini ne ok, ne mızrak delebiliyor, ne de kılıç kesebiliyormuş. Manas’ın efsane atı Akkula da güzelliği, dayanıklılığı ve hızlılığı ile bir savaşçıdan farksız. Destanda masal, mitoloji ve gerçek unsurlar iç içe geçmiş durumda. Örneğin, müslümanlığın yayılmaya başladığı dönemde Arap ve İran kültüründen özellikler ortaya çıkıyor. Hızır gibi evliyaların yardımıyla düşmanlar mağlup ediliyor.

“Manasçılar”

Manas Destanının bütününü eksiksiz ezbere bilen ve sanki o anları yaşıyormuşçasına anlatmayı meslek edinen kişilere Manasçı deniyor. Issık Göl kıyısındaki Ak Olon köyünde doğmuş olan Sayakbay Karalaev (1894-1971), 20. yüzyılın en büyük Manasçı’sı sayılıyor. 500 somluk Kırgız paralarında onun resmi var. Ünlü yazar Cengiz Aytmatov, onu “20. yüzyılın Homeros’u” olarak nitelemiş. Bugün yaşayan en büyük Manasçı ise, Çin’in Sincan Uygur özerk bölgesinin Aksu şehrinde hayatını sürdüren Yusuf Mamay. Annesi onu 61 yaşındayken dünyaya getirmiş. “Yaşayan Homeros” olarak nitelenen 90’lı yaşlardaki Mamay bir efsane, aynı zamanda çok yetkin bir derlemeci. Mamay’ın ilk kez kalabalık önünde Destanı seslendirmesi, yedi gece sürmüş.

Rivayete göre Manas, kendisini seslendiren kişileri seçermiş. Seçilen Manasçılar, destanı başından sonuna kadar seslendirme yeteneğine aniden, bir gecede sahip olurlarmış. 1995 yılında, “Manas Destanının 1000. Yılı Kutlamaları” düzenlenmiş. Ayrıca, bu sözlü edebiyat eserini yazılı hale getirme çalışmaları da yapılıyor. Bu çalışmalarda da, yine ünlü bir manasçı olan Sagımbay Orozbakov’un anlatısının esas alındığı belirtiliyor.

KIRGIZLARIN GURURU
CENGİZ AYTMATOV

Ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov, dünyanın 20. yüzyılda yaşamış en büyük edebiyatçılarından sayılıyor. Bütün dünyaya yayılan eserleri 150’yi aşkın dile çevrilmiş, filmlere ve tiyatro oyunlarına konu olmuş.

Kırgız edebiyatının dünya çapındaki ismi Cengiz Aytmatov, 1928-2008 yılları arasında yaşamış. 20. yüzyıla damgasını vuran bu karizmatik kişiliğin babası Törekul Aytmatov, annesi ise tiyatro oyuncusu Necime Hamziyevna Abdulvaliyeva. Bir bürokrat olan baba Törekul Aytmatov, Stalin döneminde “halk düşmanı” ilân edilip kurşuna dizilmiş. Kemikleri ancak 1991 yılında bulunmuş.

Yaşam çizgisi

Talas’ın bir köyünde doğan Cengiz Aytmatov, daha küçücük yaşlarda, rejim sıkıntılarının ve II. Dünya savaşı döneminin ağır koşullarında çalışmaya başlamış. Eğitimi için, önce Kazakistan’a gidip veterinerlik okumuş, ardından Bişkek’te tarım ve sonra da edebiyat öğrenimi görmüş. Daha sonra, Moskova’ya giderek edebiyat çevrelerine girmiş ve gazeteciliğe başlamış. Bu dönemde bazı Rus yazarlarının eserlerini Kırgızcaya çevirmiş.

Ünlü yazar, bir yandan eserlerini kaleme alırken, bir yandan politikayla da ilgilenmiş. Önce Yazarlar Birliği’ne kabul edilmiş, sonra Kırgız Sinematografi İşçileri Birliği Birinci Sekreterliğine getirilmiş. SSCB döneminde, Sovyet Parlamentosu Kültür ve Ulusal Diller Komitesi Başkanlığı ve Sovyet Yazarlar Birliği Sekreterliği görevlerinde bulunan Aytmatov, Gorbaçov’un danışmanlığını da yapmış. 1963 yılında “Dağlardan ve Steplerden Masallar” ile Lenin Edebiyat Ödülü’nü alan yazar bu ödülü kazanan en genç sanatçı olma özelliğini taşıyor. Aytmatov, SSCB Yüksek Sovyeti üyesi olduktan sonra, 1968’te de Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü kazanmış ve Kırgızistan milli yazarı seçilmiş.

Cengiz Aytmatov, Kırgızistan’ın bağımsızlık ilân etmesinin ardından ülkesine dönmüş ve önce Talas Milletvekili, sonra da Kırgızistan’ın Belçika Büyükelçisi olmuş. Bu dönemde, ülkesini Lüksemburg’da, Hollanda’da, Fransa’da, NATO’da ve UNESCO’da da temsil etmiş. “Gün Olur Asra Bedel” romanından uyarlanan filmin çekimleri sırasında rahatsızlanan yazar, tedavi için götürüldüğü Almanya’nın Nürnberg şehrinde hayatını kaybetmiş. Çoğumuzun bir solukta okuduğu Dağlar Devrildiğinde, Kızıl Elma, Cengiz Han’a Küsen Bulut, Beyaz Gemi, Hiroşimalar Olmasın, Selvi Boylum Al Yazmalım, Çocukluğum, Elveda Gülsarı, Cemile, Zorlu Geçit gibi eserlerin yaratıcısı, binlerce seveninin katıldığı görkemli bir cenaze töreniyle Bişkek’te toprağa verilmiş ve öldüğü gün ulusal yas ilan edilmiş.

Şiirsel romanlar

Son derece özgün ve şiirsel bir dili olan Aytmatov, eserlerini Kırgızca ve Rusça olarak kaleme almış. Çarpıcı tasvirlerin dikkat çektiği kitaplarında efsaneler, destanlar, masallar, halk türküleri ve hikayeleri belirgin bir yere sahip. Yazarın genellikle aşkı, dostluğu, savaş dönemi acılarını, kahramanlıkları, gelenek ve göreneklere bağlılığı, eski ile yeninin çatışmasını tema olarak seçtiği görülüyor. Kitaplarında, sistemin yozlaşmış uygulamalarını ve ulusal kimliğin yok sayılmasını eleştiren yazar, dağları, gölleri ve bozkırları ile ülkesinin güzel coğrafyasının en güzel anlatanı, en mükemmel betimleyeni olmuş.

Çok tanınan Gün Olur Asra Bedel isimli eseri, bir günün bir asır kadar uzun hissedilebildiği ve tren raylarının sonsuza doğru uzanıp gittiği bozkırlarda, geleneklerini korumaya çalışan insanları anlatıyor. Efsanelerle bilim kurgunun harmanladığı bir teknik sergileyen eser, çağdaş romancılığın başyapıtlarından biri. 1958 yılında yazdığı Cemile ise yazarın eserleri arasında özel bir yere sahip. II. Dünya savaşının getirdiği acıların ve sıkıntıların, çok güzel bir genç kadının duyguları üzerinden anlatıldığı kitap, Aytmatov’u dünyaya açan roman olmuş. Cemile`yi “dünyanın en güzel aşk hikayesi” olarak tanımlayan Louis Aragon’un bu eseri Fransızcaya çevirmesi, o dönem yazara uluslararası bir saygınlık getirmiş.

DÜNYANIN EN BÜYÜK KRATER GÖLÜ
ISSIK GÖL

Dünyaca ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’a esin kaynağı olan Issık Göl, dünyanın en büyük krater gölü. Gümüş gibi ışıldayan berrak sularında 40 m derinlikte yüzen balıkları görebilirsiniz. Göl, Kırgızistan’ın en önemli turizm alanlarından biri.
Issık Göl, Kırgızistan’ın doğusunda yer alıyor. Burası, dünyanın en büyük krater gölü. Deniz seviyesinden 1607 m yükseklikte ve 6236 km2’lik bir alana sahip. Zirveleri karla kaplı yüksek dağlarla çevrili olmasına rağmen, Issık Göl’ün suları hiç donmuyor. Kırgızcada “Issık” sözcüğü, “sıcak”, daha doğrusu “ılık” anlamına geliyor. Ortalama derinliği 300 m civarında olan gölün en derin yeri 668 m. Yani Issık, dünyanın en derin beşinci gölü. Suları hafif tuzlu. Bu da onu Hazar Denizi’nden sonra, dünyanın ikinci en büyük tuzlu gölü yapıyor. Uzunluğu batı-doğu yönünde 182 km, kuzey-güney genişliği ise 60 km.

Tatil yöresi

Issık Göl, bazı küçük derelerle, eriyen kar sularıyla ve yeraltından gelen soğuk ve sıcak kaynak sularıyla besleniyor. Ama suyunu akıttığı bir akarsu yok. Uzmanlar, suyun yeraltındaki çatlaklardan akıp, başka yerlere gittiği görüşündeler. Gümüş renginde parlayan sularıyla, göl, gün batımında büyüleyici görünüyor, kışın, sis bastırdığında ise ayrı bir şiirsellik ortaya çıkıyor.

Gölün, özellikle kuzey kıyısında birçok otel, tatil evi ve sanatoryum var. Sovyet döneminde, burası yönetici kadroların gözdesiymiş. SSCB’nin dağılmasının ardından turistik işletmeler zor dönemler geçirmiş, çoğu kapatılmış. Bugün yerlerine daha modern konaklama tesisleri açılıyor. Issık Göl, bu coğrafyanın yazlık yeri. Rusya, Kazakistan ve diğer yakın ülkelerden tatil için gelenler çok fazla. Bu nedenle, Kırgızistan’ın en önemli turizm merkezi sayılıyor ve son yıllarda yapılan yatırımlarla geleceği de çok parlak.

Huzur arayanlar için bir cennet olan gölün suyu biraz tuzlu, yani denizi özleyenler için birebir. Zaten görüntü olarak da denizden farksız, iç deniz gibi. Bu sakin gölün kumlu kıyısı 320 km uzunluğunda. Kuzey kıyıları birdenbire derinleşmiyor, zaten pek derin de değil. Güneyde ise turizmden çok tarım yapılıyor. Buğday, arpa ve mısır yetiştirilen bu arazi ülkenin tahıl ambarlarından. Tabii, balıkçılığı da unutmamak lâzım. Balık bakımından hayli zengin olan göldeki alabalıkların ağırlığının bazen 35 kiloya kadar çıktığı söyleniyor. Füme, yani isli balık yörenin favorilerinden, her yerde satılıyor.

Bu büyüleyici gölün yeşil kıyılarındaki sazlıkları, eflâtun çiçekleri ve turuncu renkli pırıl pırıl meyveleriyle yabani iğde ağaçlarını seyrederek kayık gezintileri de yapabilirsiniz. Bataklık alanları göçmen kuşlara yuva ya da mola yeri.

Termal kaynaklar, masaj merkezleri, çamur banyoları bölgenin turizm potansiyelini artıran diğer aktiviteler. Ayrıca, kışın kayak, yazın da at turları ve rafting yapılabilir. Göl kıyısındaki yurt’larda, kımız ile detoks tedavisi yaptırmak da mümkün ve keyifli. Şifalı otlar, tertemiz bir hava, çam, kayın ve kavak ormanları, kaplıcalar, plajlar, sörf ve dalış; artık ne isterseniz burada var, ama gece hayatı sakin. Gölün güney kıyısı da, vahşi ve olağanüstü güzel manzaralar sunuyor.

Göl dibinin esrarı

Issık Göl’ün kıyısında, suyun yaklaşık 5-10 m derinliğinde, 2500 yıllık bir uygarlığın kalıntıları var. Çok iyi korunmuş olan bu kalıntılar, çok büyük ve zengin bir şehrin varlığını gösteriyor. Bazıları 500 metre uzunluğunda olan duvarlar, ok uçları, paralar, kulplu bronz kaplar, değerli karolar, hançerler ve küçük baltalar bulunmuş. Tarihçiler ve arkeologlar, Timur’un bir zamanlar bu kıyılarda bulunan ama esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolan sarayını arayıp durmuşlar. Şimdi, bu kalıntıların bu meşhur saraya ait olduğu tahmin ediliyor.

TURİZMDE SEÇENEK BOLLUĞU
GÖRÜLMESİ GEREKENLER

Kırgızistan, turizm sektöründe inanılmaz bir yelpaze sunuyor ziyaretçilerine. Doğasının el değmemişliği ve özgün kültürel yaşantısı ülkeyi özel kılıyor. Bütün bunlara Kırgız misafirperverliği ve sıcaklığı da eklenince, bu güzel ülkeye hayran kalmamak mümkün değil.

Kırgızistan’da koruma altına alınmış çok sayıda milli park, orman, avlanma alanı, botanik ve jeolojik park bulunuyor. Dağ sporları açısından dünyanın önde gelen ülkelerinden olan Kırgızistan’da hem nefis yürüyüş güzergâhları var, hem de rafting ve helikopter kayağı (heli–skiing) için mükemmel şartlar mevcut. Kış sporları için yıl boyunca sunduğu bol karlı ve güzel manzaralı pistlerinin yanında, önemli termal kaynaklar, tedavi edici mineralli sular ve çamur da var. Eğer yayla gezileri yaparsanız, yurt’ları ve çobanların ilginç yaşam biçimini keşfedebilirsiniz. Ülke, at gezintileri için de çok uygun ve halk bu konuda derin bilgi birikimine ve geleneğe sahip.

Sarı Çelek

Bu geniş olanaklar içinde, Kırgızistan’da görülmesi gereken özel yerler de var. Örneğin, Sarı Çelek Gölü. Sarı Çelek, “Sarı kova” anlamına geliyor. Celalabad’a 120 km uzaklıktaki Milli park ve Sarı Çelek Gölü, Çatkal Dağları eteklerinde, 2000 metrede bir cennet. Dik yamaçlarla çevrili olan ve kışın donan göle ulaşmak o kadar kolay değil. Kuzey kıyıları gür çam ormanlarıyla kaplı olan, 234 m derinlikteki dağ gölünün çevresinde konaklamak için ahşap kulübeler ve keçe çadırlar hizmetinizde.

Manas Destanı‘nın doğduğu Talas topraklarındaki Beş Taş Milli Parkı ise, sanki huzurun simgesi. Tanrı Dağları doruklarından bakıldığında, yeşilin ve sarının her tonuna bürünmüş vadi muhteşem görünüyor. Gün batımında güneşin sarı-kızıl ışıkları, kar tanecikleri üzerinde pırıldıyor.

Suusamır Yaylası’na ise, özellikle bozkırda ilkbahar ya da sonbahar şölenini yaşamak için uğramalı. Gökyüzüne uzanan, beyaza bürünmüş Tanrı Dağları’nın soğuğu baharda bile kırbaç gibi yalıyor insanın yüzünü. Otlayan sürüler, koşuşturan yılkı atları, yol kenarlarında tek tük evler, çadırlar, basit tezgâhlarında kımız satan kadınlar ve Susamur yaylasını ikiye bölen Talas Irmağı, benzersiz bir manzara oluşturuyor.

Son Göl ve Atları

Son Göl, ya da Kırgızca yazılışıyla “Son Köl”, ülkenin ikinci büyük dağ gölü. 3000 metre yükseklikteki Son Göl çevresi doğayı koruma alanı. Gün batımlarında lacivertleşen gölün nerede bittiği ve dağların nerede başladığı bazen belli olmuyor. Zengin bir bitki örtüsüne sahip olan bölgedeki gür otlaklar yazın mera olarak kullanılıyor. Koyun ve inek sürüleri yanında atları da görebilirsiniz. Gölle bütünleşmiş gibi görünen atlar her yerde özgürce dolaşıyor. Gölün etrafında hiç tesis yok, ama yöre halkından yurt kiralamak mümkün. Kışın donan gölde sazan gibi tatlı su balıkları ve kaz, kara leylek, karabaş martı gibi kuşlar yaşıyor. Kırgızistan’ın bu en büyük doğal tatlı su rezervinde yılda 100 ton balık avlanıyor. Müthiş berrak göl suları, kışın otlar sararıp üzerleri yer yer karla örtüldüğünde, kızıla çalan sarı bir renge bürünüyor.

Kırgızistan’ın güney kesiminde yer alan At Başı köyü ie, 1881 yılında Rusya-Çin sınır kapısı olarak açılan Torugart Geçidi’ne giden karayolu üzerinde. Köyün önemi, Çatır Gölü’ne, Koşoy Korgon harabelerine ve Taş Rabat kervansarayına yakın olmasından geliyor. Ülkenin üçüncü büyük kapalı havza gölü olan Çatır 3500 m yükseklikte. Kışın, yüzeyi 1,5 m kalınlıkta buz tutuyor. Son derece tuzlu ve berrak suyunun rengi dört metre derinliğe dek sarımsı yeşil. Balıklar göle dökülen akarsularla geliyor. Yörede göçmen su kuşları ve birçok ördek çeşidi yaşıyor. Açık kahverengi tüyleriyle tombul angutlar inanılmaz sevimliler.

Koşoy Korgon harabeleri ise, Kara-Su köyünde. Harabeler, 10-12.yüzyıldan kaldığı varsayılan bir kaleye ait. Dört giriş kapısı bulunan yapı, 4-8 m yükseklikte gözetleme kuleleri olan kerpiç duvarlardan ibaret. Kırgızların efsanevi kahramanı Manas’ın yakın arkadaşı ve komutanlarından olan Koşoy’un buraya gömüldüğü tahmin ediliyor.

Taş-Rabat Kervansarayı ise, Narın bölgesinde taştan bir yapı. Bugün kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde, ıssızlığın ortasında bir başına duruyor. Bir zamanlar İpek Yolu’nda Çin‘den gelen kervanlara dinlenme, ibadet etme ve kar fırtınalarından korunma imkanı sağlamış. Yapılış tarihi bilinmeyen Taş-Rabat, Kırgızlar için kutsal bir yapı. Kervansarayın kubbeli ana bölümü tahminen 30 küçük kubbeli odayla çevrili, çevre duvarları da sapasağlam.

Çolpan-Ata ise, Issık Göl‘ün kuzey kıyısında bir turizm şehri. Çolpan veya Kırgızca yazılışıyla Çolpon, Venüs yıldızı anlamına geliyor. Kırgızistan’ın Saint- Tropez’si olarak kabul edilen bu güzel kasabada, masaj, sauna, çamur banyosu gibi seçenekler sunan çok sayıda kaplıca, otel ve misafirhane var. 40 yıl önce tam kapasite çalışan bu tesislerin bazıları artık kapanmış, bazıları da özel sermaye ile batılı normlarda yenilenmiş. Kaplıcaları çevreleyen parklar da Sovyet geçmişin canlı göstergeleri. Lenin heykeli ziyaretçileri içeri davet ediyor, gümüş renkli küçük atlet heykelleri de yürüyüş yollarını süslüyor.

Burana ve Kutadgu Bilig

Başkent Bişkek’e 80 kilometre uzaklıkta bulunan, Tokmok (Tokmak) şehri, Karahanlılar dönemine ait Burana kulesi ve Yusuf Has Hacip ile tanınıyor. Rivayete göre, Kutadgu Bilig’in yazarı Yusuf Has Hacip’in mezarı burada. Zaten, adını taşıyan bir de müze bulunuyor. Tokmok’a 12 km uzaklıktaki Balasagun ise, ünlü Türk bilgininin 11.yüzyılda doğduğu yer. Türk edebiyatındaki ilk siyasetnameyi ve ilk mesneviyi yazan Yusuf Has Hacip’in resmi, 1000 Som’luk Kırgız kağıt parasının üzerini süslüyor.

Kırgızistan’da simge bir anıt olan Burana kulesi de İpek Yolu üzerinde, Tokmok’a 8 km uzaklıkta bulunuyor. 11.yüzyıl tarihli kulenin orijinali 45 metreymiş, depremle üst kısmı çökünce 25 metreye inmiş. Kule, Karahanlılar döneminde hem minare, hem de gözetleme kulesi işlevi görmüş. Geometrik desenlerin ağırlıkta olduğu, bu mükemmel işçilik ürünü kulenin enteresan bir iç merdiveni var. Burana Açık Hava Müzesi’ndeki balballar da görülmeye değer. Balbal, eski Türklerde, ölen savaşçının mezarının etrafına dikilen ve öldürdüğü düşmanları simgeleyen taş heykellere verilen ad. Bu taşların çokluğu, savaşçının yaşarken sahip olduğu güç ve cesaretin simgesiymiş. Balballar İslâmiyetin kabulünden sonra yerini mezar taşlarına bırakmış.

Saymalı Taş: Binlerce Yılın Gizemi

Celalabat bölgesinin doğusunda, yaklaşık 3500 m yükseklikteki Saymalı Taş arkeolojik alanında, binlerce kaya üzerinde yaklaşık yüz bin kaya resmi var. Bütün bir yıl karla kaplı olduğu için, buraya sadece yazın bir ay, zorlu bir yolculukla, at sırtında ulaşılabiliyor. Temmuzda bile karın yağdığı bu fırtınalı bölgede, Türklerin binlerce yıllık yerleşik medeniyetinin izleri ve gizemi yatıyor.

2001 yılında kurulmuş olan Saymalı Taş Milli Parkında, kayalar üzerine çizilmiş, güneş resimleri, ok-yay damgaları, gökyüzüne uçan şamanlar, cinsellik, av, günlük yaşam tasvirleri, ritüel danslar, aslan, kar leoparı, sürüngen, kurt, boğa, at, ama en çok da keçi ve geyik figürleri var. Dağ keçisi ve geyik, o dönem yaşamının temel öğelerinden; kolay avlanabilen, derisinden giyecek yapılabilen ve hızla çoğalan hayvanlar. At da özel bir öneme sahip, sadece binek hayvanı olarak görülmüyor; avın ve savaşın olmazsa olmazı. Bazalt taşlarının güneşten esmerleşmiş yüzeylerindeki resimler, şaman inancına dair öğeler de yansıtıyor. Ellerini göğe doğru açıp Tanrıya yakaran şamanlara ya da ruhların göğe yükselmesine sıklıkla rastlanıyor. Aslında burası, Türk Tarihinin önemli belgelerini içeren çok değerli bir tür taş kitaplık.

ORTA ASYA LEZZETİ
ET, SÜT VE EKMEK

İpek Yolu ülkesi Kırgızistan’a kervanlarla sadece mallar değil kültürler de taşınmış. O yolları arşınlayan bütün ulusların bıraktığı izler, göçebe yaşam tarzının zorunlu kıldığı beslenme biçimine eklenince, Orta Asya’nın bütün renklerini taşıyan, bugünkü Kırgız mutfağı ortaya çıkmış.

Kırgızistan’da, şehirlerde Rus mutfağına sıklıkla rastlansa da, kırsal kesimde tamamen et, süt ve ekmek üzerine kurulu geleneksel yemekler ağırlıkta. Et olarak, öncelikle at, koyun ve sığır eti tüketiliyor. Süt ürünlerinde ise, çeşit daha fazla. Ayran ve kefir’in yanında süzme yoğurt, “kurut” adı verilen kurutulmuş koyun peyniri, lor, “bıştak” denilen taze tuzsuz peynir, kaymak, ve bütün Orta Asya’nın gözdesi “kımız” en yaygın tüketilenler. Bilindiği gibi, at sütünden yapılan ve biraz alkol da içeren kımız, bölgede milli içecek konumunda. Bir besin maddesi olmanın ötesinde, kültürel ve mistik anlamlar da taşıyor. Kımız’ın neşe ve enerji kaynağı olduğu, kasları ve kemikleri güçlendirdiği, uykusuzluk, kansızlık, iştahsızlık, hazımsızlık, şiddetli bronşit gibi hastalıklara iyi geldiği söyleniyor.

Kırgız sofrasında hiç eksik olmayan ekmek çeşitleri arasında en yaygın olanlar tava ve tandır ekmekleri. Ayrıca, bir tür katmer olan “kattama” da var. Tavada veya saç ızgarada pişiriliyor.

Bereketli sofralar

Kırgız yemeklerinin temelini et ve hamur işleri oluşturuyor. Yüzyıllarca süren göçebe hayatı sebze ve meyva yetiştirmeye imkân vermemiş ve et ağırlıklı yemek geleneği bugünlere kadar devam etmiş. Et yemekleri içerisinde, haşlanmış koyun seçkin bir yere sahip. Et suyu da, yemeklerden önce, ya da sonra çorba gibi tüketiliyor. “Şorpo”, bu türden, içinde et parçaları bulunan tuzlu bir et suyu. Bir de, içine kımız veya ayran eklenen “Ak serke” var. Ama, milli yemek hangisi derseniz, “Beşparmak” yanıtını alırsınız. Kırgızların ve Kazakların milli yemeği olan “Beşparmak” özel günlerin en makbul yemeği. Et suyunda haşlanmış hamurun üzerine et ve soğan parçaları eklenerek sunuluyor ve geleneksel olarak parmaklarla yeniliyor. Adı, bu nedenle “Beşparmak”.

Orta Asya’nın ortak lezzetlerinden olan ve et, erişte ve patates, havuç, soğan gibi sebzelerle yapılan “Lagman” da rağbet gören bir yemek. Ayrıca “Şaşlık”, bildiğimiz şiş kebabı, “Kuurdak” ise, baharat ve soğanla yapılan kavurma yemeği. Süt ve tereyağı eklenen suda kaynatılan koyun akciğeri ve iç yağı konarak yapılmış “Çuçuk”, yani at sucuğu da en leziz yemeklerden sayılıyor.

At etine cılkı eti deniyor. Kolesterolü çok düşük olan cılkı eti, diğer etlere göre daha kıymetli ve dayanıklı. Özel günlerde at etinin sofrada yer alması, davetlinin ne kadar saygın olduğunun göstergesi. Etin dağıtımı belli bir seremoni ile yapılıyor; makbul bölümleri saygıdeğer konuklara sunuluyor.

Kırgız mutfağının göz bebeği olan iri mantılar buharda pişiriliyor. Gerçekten de çok lezzetli. Kırgız pilavı’nın ünü ise zaten sınırları aşmış. Bu çok renkli pilavın içinde havuç, patates, sarmısak, soğan, baharat ve kızarmış et var. Tadına doyum olmuyor. Genelde özel günlerde yapılan, yağda kızartılmış boorsok da son derece lezzetli bir hamurişi. Samsa ise bohça biçiminde bir börek türü; tavuklu, peynirli, etli ve kabaklı gibi çeşitleri var.

Nevruz yemeği

Büyük kazanlarda yapılan Sümölök, Nevruz bayramına özgü bir yemek. Özel olarak filizlendirilmiş buğday, arpa, darı gibi tahıllarla yapılıyor. İçinde, yağ, şeker, ceviz gibi yedi çeşit malzeme olması şart. Rivayete göre bir zamanlar kıtlık ve açlık baş göstermiş, toplu ölümler olmuş. Açlıktan ağlaşan çocuklarını avutmak için anneler evlerinde ne varsa alıp getirmişler ve hepsini bir kazana atmışlar. Kazan kaynarken küçücük dokuz çocuğuyla kimsesiz bir kadın gelmiş. Ağlayarak elindeki mendile sarılı dokuz taş çıkarmış. Hiç yiyeceği olmadığı için “Bu taşları da kazana koyalım pişsin, ben de çocuklarıma bunları yedireyim” demiş ve bolluk-bereket duası okuyarak elindekileri kazana atmış. Kazan, gün doğuncaya kadar kaynatılmış ve ortaya misler gibi kokan lezzetli bir yemek çıkmış. Oradakiler, bir ay boyunca bu yemeği yiyerek açlıktan ölmekten kurtulmuşlar, ayrıca o yıl bereketli ve bol ürünlü bir yıl olmuş. İşte o günden beri Kırgızlar her yeni yılda Sümölök adını verdikleri bu kutsal yemeği birlikte yapıp birlikte yiyorlar. Mahalle veya köylerde ortaklaşa hazırlıklar günlerce önceden başlıyor. Kazanın içine, özellikle bir ırmaktan alınan dilek taşları konuluyor. Sümölök dağıtılırken taş kime çıkarsa onun dileğinin yeni yılda yerine geleceğine inanılıyor. Bulan da uğur getireceği inancıyla o taşı ömür boyu saklıyor.

Çaylar…

Kırgızlar için çayın özel bir önemi var. Ülkenin kuzeyinde siyah, güneyinde ise yeşil çay tercih ediliyor ve günün her saatinde semaver kaynıyor. Ama bozkırların sert geçen kışlarında insanın içini ısıtan, hareket yeteneğini artıran çayın bazı türleri bizim çaylara pek benzemiyor, daha çok çorbayı andırıyor. Kuurma çay, su karıştırılmış süte yağda kavrulmuş un ve tuz konularak kaynatılıyor, besin değeri oldukça yüksek. Süt, yağ, tuz ve biberle yapılan şir çay, ya da ak çaya, bazı yerlerde kalmuk çay deniyor. Çaya sadece tuzlu taze süt de konabiliyor. Çay içmek için kullanılan porselen çanakların adı ise “çını”, yani bildiğimiz çini. Çin’den geldiği için bu ismi almış. “Çını”, üçte birine veya yarısına kadar dolduruluyor. Çayla birlikte, genellikle tatlı çörek, kaymak, kuru meyve ya da bal servisi de yapılıyor.

DENİZ KIYISI, MERKEZ ve DAĞLIK YÖRELER
ÜÇ AYRI MÖNÜ

Karadağ, yüzölçümü bakımından küçük bir ülke ama, gastronomik özellikleri açısından hiç de küçük sayılmaz. Çok geniş bir çeşitliliğe sahip olan Karadağ mutfağı, bilinen yemeklere bile yerel katkılar yaparak farklı lezzetler oluşturmayı başarmış.

Küçük Karadağ’ın yemek listesindeki zenginlik, gerçekten insanı şaşırtıyor. Her ne kadar ülkenin tamamında et tüketimi ilk sırada yer alsa da, Adriyatik kıyılarında deniz ürünleri ve zeytinyağlı yiyecekler; başkent Podgorica ve İşkodra gölü çevrelerinde balık ve sebze yemekleri; dağlık bölgelerde ise yoğurt ve krema eşliğindeki et yemekleri ile tütsülenmiş salam ve jambon çeşitleri çok yaygın.

Cografi konumu nedeniyle, Karadağ mutfağının aslında İtalyan, Sırp ve Türk mutfaklarından izler taşıyan bir Balkan geleneği olduğu da söylenebilir. Zaten bir çok yemek adı, Türkçe yemek adlarını çağrıştırıyor.

Adriyatik üçlüsü

Karadağ’ın Adriyatik kıyısındaki kentlerinin bol güneşli atmosferinde, balık, şarap ve zeytinyağı, birbirinden ayrılması söz konusu olmayan bir üçlü oluşturuyorlar. Geleneksel Akdeniz mutfağının bu ünlü üçlüsü, Karadağ kıyılarının da tam bir vaz geçilmezi. Bildiğimiz barbunya, mercan, palamut ya da kefal gibi balıklar genellikle ızgarada pişirilerek yeniyor ve zeytinyağı ile sunuluyor. Balık haşlamasına ise, patates ya da pazı, kaya balığı yahnisine de polenta eşlik ediyor. Polenta, bir tür mısır unu püresi.

Bu kıyı mutfağının belirgin özelliklerinden biri de, sebzelere geniş yer verilmesi. Domates, kabak, biber, patlıcan gibi sebzeler, ayrıca patates, soğan ve sarmısak sofraların baş tacı. Tabii, midye, kalamar ve ahtapot gibi deniz ürünlerini ve İtalyan etkisinin simgesi olan Pizza’yı da bu sofralarda her zaman görebilirsiniz. Artık yanında kırmızı Vranac şarabı mı olsun, yoksa beyaz Krstaç şarabı mı? Tercih sizin.

Göl kıyısı mutfağı

Başkent Podgorica’nın hemen 25 km kadar güneyinde bir doğa harikası olan İşkodra Gölü var. Gölden çıkan Bojana nehri denize döküldüğü için, göl ile deniz arasındaki nehir bağlantısında bir balık ve deniz canlıları dolaşımı oluyor. Bu nedenle, göl ve çevresi doğal açıdan çok zengin. Zaten İşkodra gölü Sazan balıklarıyla çok ünlü. Balıkçılar, bazen 20 kg’lık Sazan yakaladıklarını anlatıyorlar. İşkodra gölünün diğer ünlü balığı ise, Yılan balığı. Bu balıklar, ya taze pişmiş olarak, ya da iste kurutulmuş, yani “füme” olarak sofralara geliyor. Podgorica usulü sazan balığı, sarmısak, soğan, maydonoz, havuç ve kereviz ile çeşnilendirilirken, yılan balığı daha çok füme olarak tercih ediliyor.

Kısacası, merkezî Karadağ mutfağının temelini İşkodra gölünün sağladığı olanakların belirlediği söylenebilir. Ama, diğer bölgesel ürünleri, örneğin Podgorica civarında çok rağbet gören lahana ve yaprak dolmalarını, sosis türlerini ve füme koyun jambonlarını da unutmamak lâzım. Karadağlılar, kıyma ve pirinçle yaptıkları yaprak sarmasına “Yapraci” (Japraci) diyorlar. Aslında, Türkçe kökenli başka bir çok yemek ismine de rastlayabilirsiz. Çorba, papara, kaçamak, helva, baklava, börek ve çay ilk akla gelenler.

Yayla yemekleri

Karadağ’ın ormanlarla ve yemyeşil otlaklarla dolu iç ve kuzey kesimleri, belki de mutfak çeşitliliğinin en zengin olduğu bölgeler. Bu yörelerde, süt ürünleri ve et yemekleri mutfağın temel direği. Kaymak ve yoğurt, bir çok yemekte katkı maddesi olarak kullanılıyor. Ana yemekler, ızgara koyun ya da süt kuzusu, oğlak, şiş ve “Popeci” diye anılan, peynir paneli domuz bifteği. Et yemekleri çoğunlukla patates, lahana ve polenta ile servis ediliyor. “Kaçamak” adıyla da bilinen Polenta, kaymakla piştiğinde adı “Smocani kaçamak” oluyor ve ana yemek olarak yeniyor. Bu yörelerde, yabani mantar da, mevsiminde çokça tüketiliyor.

Parmak şeklindeki köftelerden oluşan Osmanlı kökenli “çevapi”, diğer Balkan ülkelerinde olduğu gibi, Karadağ’da da çok yaygın. Somun ekmek içinde, yanında kuru soğan ya da yoğurtla yeniyor. Ülkede, et yemekleri genellikle odun kömürü ateşinde, ya da saç’ta pişiriliyor. Saç, Karadağcada da “saç” ve mutfakta çok önemli bir yere sahip. Ekmek bile çoğu kez saç’ta pişiriliyor.

Geleneksel yemekler arasında, ekmek, süt, peynir ve el altındaki herhangi bir baharatla yapılan Popara, yani Papara da var. Biz buna, baharatlı bir biftek türü olan Pleyskavica ile domuz ya da kuzu etinden, soğanlı ve baharatlı bir kebap olan Raznyi’yi de ekleyelim. Bu arada, “Njeguşka Çetinyska Prşuta” diye anılan ve barbunya fasulyası eşliğinde servis edilen nefis kurutulmuş et kızartması da unutulmamalı. Bilindiği gibi, Prşuta bir nevi pastırmaya verilen ad.

Ne içelim?

Karadağ, oldukça kaliteli kırmızı ve beyaz şaraplara sahip. Kırmızı Vranac ve beyaz sek Krstac, mutlaka tadılması gereken lezzetler. Krstac, Bar yakınlarındaki Crmnica bölgesinde üretiliyor. Lâl renkli Vranac da sıcak ve kuru havada yetişen, eylül ortası toplanmaya başlanan siyah üzümlerden yapılan sek bir şarap. Füme jambon ve füme peynirle çok iyi gidiyor. Plantaze firmasının Zeta vadisinde bulunan geniş üzüm bağları, Karadağ şaraplarının kaynağı.

Çok soğuk içilen hafif ve kehribar renkli Niksicko birası ise 1896 yılından beri üretiliyor. Ülkede son derece yaygın ve ithal biralardan daha çok rağbet görüyor. Akşam yemeklerinden önce ya da sonra, Karadağ konyağı Loza’yı ve erik rakısı Sljivovica’yı denemek gerek. Bir “hoş geldin” içkisi de olan Loza genellikle aileler tarafından bizzat imal ediliyor. Türk kahvesi ise, günün her saatinde içilmeye devam ediyor.

Sayfalar