Project Description
İsviçre
DİPLOATLAS – KASIM 2012
DiploAtlas
Kasım 2012
Merhaba,
Haritaya baktığınız zaman İsviçre küçük bir ülke gibi görünüyor. Oysa, yaşam seviyesi, ekonomik gücü, kültür birikimi ve ileri teknolojiyi kullanma oranı gibi konulara bakıldığında, dünyanın en büyük ülkelerinden biri olduğu ortaya çıkıyor. Benimsediği tarafsızlık ilkesini titizlikle uygulayarak asırlardır hiçbir savaşa katılmamış olması, en büyük yatırımlarını insan yetiştirme alanında yaparak bilgili ve yaratıcı bir toplum oluşturması ve üretim alanında kaliteyi hep en yüksek düzeye çıkarmak için çaba sarfedip Ar-Ge çalışmalarına ağırlık vermesi İsviçre’yi sadece bir refah toplumu haline getirmekle kalmamış, dünyanın en güvenilir ve önde gelen ülkelerinden biri olmasını da sağlamış.
DİPLOATLAS’ın bu sayısında İsviçre’yi konu aldık. Batı Avrupa’nın merkezinde yer alan İsviçre, etrafının tamamen AB ülkeleri tarafından çevrelenmiş olmasına rağmen, AB üyesi değil. Başkent Bern, Dünya Kültür Mirası listesine alınmış çok özgün bir şehir. Ayrıca, dünya ticaretinin önemli bir noktası sayılan Zürih, başta BM olmak üzere bir çok uluslararası kuruluşun merkezine ev sahipliği yapan Cenevre, sanayi ve özellikle de eczacılık alanında önemli bir merkez olan Basel ve biz Türkler için unutulmaz bir tarihî önem taşıyan Lozan ülkenin önde gelen şehirleri. İç sayfalarımızda, bu şehirlerle ilgili ilginç bilgiler bulabilirsiniz.
İsviçre’de, ekonomi için, bilim, ileri teknoloji ve eğitim çok önemli ve birbiriyle bağlantılı. İyi eğitim, bilgili insanlar yetiştiriyor; bu insanlar bilimsel çalışmalar yaparak yeni buluşlara imza atıyorlar; “inovasyon” adı verilen yenileşim uygulamaları ile kalitenin artması sağlanıyor; ileri teknoloji uygulamaları da ekonomiyi daha verimli kılıyor. Bu konulardaki yazılarımızın ilgi çekeceğini umuyoruz.
İsviçre’nin Ankara Büyükelçisi Raimund Kunz, kendisiyle yaptığımız mülâkatta, Türkiye ile İsviçre’nin birbirini tamamlayan tarafları olduğunu ve bunun da iki ülke arasındaki ilişkilerin geleceği açısından umut verdiğini söyledi. Gerçekten de, iki ülke arasındaki ticarî ilişkilerin yanında, kültür ve eğitim alışverişlerinin de giderek arttığı gözlemleniyor. İleri teknoloji ustası İsviçre ile kitlesel üretim yapabilen Türkiye’nin işbirliği yapmasının her iki ülke için çok yararlı sonuçlara ulaşacağına hiç kuşku yok.
Kaya Dorsan
BARIŞÇI, GÜVENİLİR VE VARLIKLI
İSVİÇRE
Dünyanın refah düzeyi en yüksek ülkelerinden biri olan İsviçre, gerçekten yaşamaya değer bir yer. Bilime, sanata ve eğitime verilen önem, ülkeyi çok yükseklere taşımış. Doğrudan demokrasinin başarısı, barışçı ilkelerin ilk sırada olması ve güçlü ekonomisi, İsviçre’yi dünyanın önde gelen ülkelerinden biri haline getirmiş.
Batı Avrupa’nın merkezinde yer alan İsviçre, kuzeyde Almanya, doğuda Avusturya ve Lichtenstein Prensliği, güneyde İtalya ve batıda da Fransa ile komşu. Yüzölçümü 41.285 km2 ve bu toprakların 3/4’ü dağlarla kaplı. Ülkenin en yüksek noktası olan Dufour tepesi 4634 m’ye ulaşıyor. Ayrıca, 4000 metreyi aşan ve üzerinde karların hiç erimediği 48 zirve daha var. Bu arada, Alp buzullarının en büyüğü olan, 23 km uzunluğundaki Aletsch buzulunun da UNESCO Dünya Mirası listesinde olduğunu belirtelim. Denize kıyısı olmayan İsviçre’nin göllerinde vapurlarla nefis gezintiler yapmak mümkün. Nehirlerde ise özel yapılmış teknelerle yoğun bir biçimde taşımacılık yapılıyor. Ayrıca, 38 ticarî gemiden oluşan güçlü bir açık deniz filosu da var. Bu gemiler çıkış noktası olarak Hollanda’nın Roterdam limanını kullanıyorlar. Roterdam limanı ise Ren nehri aracılığı ile Basel’e bağlanıyor.
Barındırdığı çok sayıda göl ve akarsu nedeniyle, İsviçre, adeta Avrupa’nın su deposu gibi. Avrupa’nın iki büyük nehri Ren ve Rhône, İsviçre Alpleri’nden doğuyor. Bern Alpleri’nden doğan ve yolu üzerinde derin boğazlar oluşturan Aar nehri (288 km) ise İsviçre’nin en uzun ırmağı. Leman, Bodensee, Lago Maggiore ve Lugano komşu ülkelerle paylaşılan göller. İsviçre içinde kalan göllerin en büyükleri ise Zürih, Neuchâtel, Luzern ve Thun. TicinoKantonundaki Lago Maggiore, İsviçre’nin en alçak noktası. Denizden sadece 194 m yükseklikte. Çevresinde yetişen palmiye ağaçları, burada Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğünü gösteriyor.
700 yıllık demokrasi
Bu topraklarda, Taş Devri’nden beri insanların yaşadığı biliniyor. Milattan binlerce yıl önce, bu arazilerde tarım yapılmış, Bronz Çağı’nda, ürünler, katır sırtında bir yerden diğerine taşınmış. M.Ö.800 yılında, ilk madeni para tedavüle çıkmış. Kendilerini “Helvetyalı” diye adlandıran ilk Kelt kabileleri, M.Ö. 100 yıllarında, İsviçre’ye gelip yerleşmişler. Bugünkü federal devletin temeli ise 1291 yılında Habsburg hanedanına karşı bir savunma ittifakı kuran üç kantona dayanıyor: Uri, Schwyz ve Unterwald. O tarihte, bu 3 kanton, herhangi birinin saldırıya uğraması halinde birbirinin yardımına koşma konusunda sözleşmişler. Bu ittifak, her 3 kanton halkının oylaması sonucunda gerçekleştiği için, ülkedeki demokrasi bilincinin de başlangıcı sayılıyor. Yani, İsviçre’de, yaklaşık 700 yıldır, demokrasi var.
1332 yılında Luzern, 1351 yılında Zürih, 1352 yılında Glarus ve Zug ve 1353 yılında da Bern, bu federasyon oluşumuna katılmışlar. Bugün bu kantonlar “8 eski kanton” olarak anılıyor.
1519 yılında başlayan Reform hareketi döneminde, Katolik kilisesine başkaldıranlar ile sadık kalanlar arasında çatışmalar çıkmış olsa da, 1648 yılında, sayıları 13’e yükselmiş olan kantonlardan oluşan federasyon bağımsızlık ilân etmiş ve İsviçre bağımsız bir Devlet olmuş.
İsviçre’nin ünlü tarafsızlık ilkesinin ilânı ise, 1812 yılına rastlıyor. Bu tarafsızlık, 1815 yılında bütün Avrupa tarafından tanınmış. Ülkenin bugünkü sınırları da bu tarihte oluşmuş. 1847’de Katolikler ve Protestanlar arasında patlak veren Sonderbund Savaşı İsviçre topraklarında yaşanan son silahlı çatışma olarak anılıyor.
Federal Devlet
İsviçre Konfederasyonu, 1848 yılında referandum yoluyla federal anayasanın kabul edilmesinin ardından kurulmuş, başkent de Bern olmuş. Konfederasyon, geniş özerkliğe sahip 26 kantondan oluşuyor. Her kanton’un kendi anayasası, kanunları, hükûmeti, parlamentosu ve mahkemeleri var. Dış politika, güvenlik, gümrük politikası, para politikası ve ulusal alan için federal mevzuat geçerli.
İsviçre, doğrudan demokrasinin en yoğun olarak uygulandığı ülke olmakla ünlü. 18 yaşını bitiren her İsviçreli oy hakkına sahip. Senede üçdört kez, çeşitli konularda oy vermeye çağırıldıkları için, bu haklarını düzenli olarak kullanıyorlar. Bazen, herhangi bir konuda oylama yapılması için, halkın kendi arasında imza toplaması da yeterli oluyor. Burada, “hakimiyet” lâfta değil gerçek anlamda millette. Halk, ordunun lağvedilmesinden, yeni yapılacak demiryolu ağına ya da nükleer enerjiye dek her konuda referandumlar yoluyla söz söyleme hakkına sahip. Federal hükümet tarafından kabul edilmiş yasaların geçerliliği de sorgulanabiliyor, hatta anayasal değişiklik için talepte bulunulabiliyor.
İsviçre’nin yasama organı olan “Federal Meclis” iki kanatlı: “Ulusal Konsey” ve “Devlet Konseyi”. Her ikisi de her açıdan eşit güce sahip ve bir yasanın geçmesi için iki kanat tarafından da kabul edilmesi gerekiyor. Ulusal Konsey’in 200 üyesi halk tarafından seçiliyor. Devlet Konseyi’nin de kantonları temsil eden 46 üyesi var.
Yürütme erki ve devlet başkanlığı görevi ise, yedi üyeden oluşan Hükûmete ait. İsviçre hükûmetine “Federal Konsey” deniyor. Üyeleri her dört yılda bir, yasama dönemi başlarken Federal Meclis tarafından seçiliyor. Federal Konsey’de 7 bakanlık var. Her yıl, üyelerden biri, rotasyon prensibine göre, bir yıllığına İsviçre Konfederasyon Başkanı oluyor. 2012 yılında, Başkanlık görevi, aynı zamanda Maliye Bakanı da olan Eveline Widmer-Schlumpf tarafından üstlenilmiş. Yıl sonunda görevini devredecek olan Widmer-Schlumpf’un babası Leon Schlumpf da bir zamanlar Federal Konsey üyeliği yapmış.
Çok dil, çok kültür
7,8 milyon nüfuslu İsviçre’de, Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Romanş dili resmî diller. Ülkenin, “Confoederatio Helvetica” olan resmî adının Latince oluşu bu dört dilden herhangi birine öncelik vermeme kaygısı taşıyor. Her İsviçreli kendi anadilinden başka ülkenin resmi dillerinden birini daha öğrenmek zorunda.
Dünya ile sıkı bağları olan İsviçre, pek çok uluslararası örgütün üyesi. Avrupa Serbest Ticaret Alanı’nın kurucularından, Avrupa Konseyi, AGİT ve OECD üyesi, Dünya Bankası ve IMF bünyesinde de oldukça aktif. BM’ye ise çok geç katılmış (2002). İsviçre, halk kabul etmediği için, Avrupa Birliği üyesi değil. Ama, Schengen grubu içinde yer alıyor.
Tarafsızlık İlkesi
İsviçre’nin ünlü “Tarafsızlık” ilkesi, yaklaşık 500 yıldır geçerliliğini koruyor. Bu sayede uluslararası bir saygınlık kazanan İsviçre, ülkeler arasındaki çatışmalara çözüm arama toplantılarına en çok ev sahipliği yapan ülke.
İsviçre’nin manevi koruyucusu sayılan Flüe’li Aziz Nicholas, 15. Yüzyılda, “başka halkların işlerine karışmamalı” demiş. İsviçreliler bu sözü çok benimsemişler ve 1515 yılında ülkenin temel ilkesi olarak ilan etmişler. Napolyon savaşları sonrasında, 1815 yılında, İsviçre’nin bu ilkesinin geçerliliği Avrupa’nın diğer büyük devletleri tarafından da kabul edilmiş ve saygı görmüş. O gün bu gündür İsviçre tarafsız bir ülke ve zor zamanlarda, sığınmacılar için sıcak bir barınak.
Barış’ın merkezi
Tarafsızlık, başka ülkeler arasında çıkan çatışmalara katılmamak şeklinde tarif ediliyor. Gerçekten de, İsviçre, iki büyük dünya savaşı da dahil olmak üzere, hep savaşların dışında kalmayı başarmış. Ama, barış söz konusu olunca, görüşmelere en çok bu ülke ev sahipliği yapıyor. Örneğin, insan hakları, mültecilerin statüsü, yaralı askerler, savaş esirleri gibi pek çok konudaki uluslararası sözleşme burada imzalanmış, Kıbrıs sorunundan İsrail-Filistin anlaşmazlığına dek bir çok soruna burada çözüm aranmış. Konu, barışa yönelik olduğunda, sürece dahil olmaktan kaçınmayan İsviçre, bu tutumunu “aktif tarafsızlık” olarak adlandırıyor. Kısacası, İsviçre, sanki barış’ın merkezi gibi.
Uluslararası Kuruluşlar
Tarafsızlık ve barış ortamı, başta BM ve yan organları olmak üzere, birçok örgüt merkezinin İsviçre’de konuşlanmasına da sebep olmuş. Bugün, çok sayıda uluslararası örgütün ve sivil toplum kuruluşunun merkezi İsviçre’de bulunuyor: Uluslararası Kızılhaç Komitesi, Uluslararası Çalışma Örgütü, Mülteciler Yüksek Komiserliği, Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Meteoroloji Örgütü ve Dünya Ticaret Örgütü bu kuruluşlardan sadece bazıları. Çok popüler Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC), FIFA, UEFA ve FIBAgibi spor kuruluşlarının merkezlerinin de İsviçre’de olduğunu ekleyelim.
İsviçre, tarafsızlığına zarar gelmemesi için, NATO üyeliğini reddetmiş. İsviçre halkı da, yapılan bir referandum sonucunda, Avrupa Birliği tam üyeliğine hayır demiş. BM’ye katılmayı ise, halk ancak 2002 yılında yapılan bir referandum ile kabul etmiş.
BÜYÜKELÇİ RAİMUND KUNZ
Türkiye’ye yakın ilgi
Türkiye ve İsviçre birbirlerine ticaret, kültürel etkileşim, Türkiye’deki İsviçre kaynaklı yatırımlar ve İsviçre’de yaşayan, çalışan ve eğitim gören çok sayıda Türk vatandaşının varlığıyla bağlılar. İsviçre’nin Ankara Büyükelçisi Raimund Kunz’a göre iki ülke birbirini pek çok bakımdan tamamlıyor. Daha önce ülkesinin Kahire büyükelçiliğini yapmış olan Kunz, bugünkü görevini 2009’dan bu yana sürdürüyor. Büyükelçi Kunz, DİPLOATLAS’a verdiği mülâkatta, İsviçre’nin tarafsız dış politikasında Türkiye’nin tuttuğu özel konumdan bahsediyor ve ilişkilerin derinleşmesi umudunu dile getiriyor.
DİPLOATLAS: İsviçre halâ tarafsız bir ülke mi?
RAIMUND KUNZ: Evet, İsviçre halâ kendisini tarafsız bir ülke olarak görüyor. Ancak yüzyıllar boyunca, tarafsızlığın tanımı bir hayli değişti, çünkü bu arada İsviçre’nin çevresindeki Avrupa da tamamen değişti. Tarafsızlık 17. ve 18. yüzyıllarda, ülkenin çevresinde dini karşıtlıklar varken ve 19. ve 20. yüzyıllarda milliyetçi çatışmalarla çevrili olduğumuz zaman iyi bir siyaset aracıydı. Tarafsızlık bu karşıtlıkların ve çatışmaların arasından geçit bulmamızı sağlamıştır. Bugün Avrupa Birliği ile birlikte tarafsızlığın tanımı da tamamen değişti. Avrupa’nın içinde, ekonomik açıdan Avrupa pazarıyla bütünleşmiş durumdayız.
DİPLOATLAS: İsviçre’nin dış politika öncelikleri nelerdir?
RAIMUND KUNZ: İsviçre dış politikasının birinci önceliği Komşularıyla ve AB ile ilişkileridir. İkinci sırada da, insanî meselelere, insan haklarına ve mümkün olduğunca çatışmaların çözümüne katkı sağlamak geliyor. Türkiye ile Ermenistan arasında arabuluculuk rolü üstlenmemiz bunun bir örneğidir. Üçüncü sırada ise, Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, AGİT, Dünya Bankası, İMF ve Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü gibi uluslararası kuruluşlarla olan ilişkilerimiz geliyor. Örneğin, 2014 yılında İsviçre ikinci kez AGİT başkanlığını üstlenecektir.
DİPLOATLAS: Türkiye’nin bu öncelikler arasındaki yeri nedir?
RAIMUND KUNZ: İsviçre dış politikasının bir diğer önceliği ise hızla gelişmekte olan ülkeler ve ekonomilerle özel ilişkiler kurmaktır. Türkiye bu yükselen güçlerden biridir. Dolayısıyla Brezilya, Çin, Hindistan, Rusya ve benzeri ülkelerin yanı sıra Türkiye ile de özel ilişkiler kurmak istiyoruz. Bu, siyasi açıdan düzenli temas halinde olmak, iktisadi açıdan ise bu ülkelerle ekonomik ilişkileri geliştirmek anlamına gelmektedir.
DİPLOATLAS: İsviçre ve Türkiye arasında gelişmekte olan siyasi ilişkilere örnek verebilir misiniz?
RAIMUND KUNZ: Tabii. 2008 yılında İsviçre Konfederasyonu Başkanı Pascal Couchepin Türkiye’yi ziyaret etti ve hediye olarak Lozan Anlaşması’nın imzalandığı masayı yanında getirdi. Bu iki ülke arasında iyi ilişkiler bakımından gerçek bir dönüm noktasıydı. 2010 yılında ise Cumhurbaşkanı Gül İsviçre’yi ziyaret etti. Bu Türkiye’ye ilginin artmasına yol açan ve ekonomik ilişkileri olumlu yönde etkileyen önemli bir olaydı.
DİPLOATLAS: Daha yakın zamanda da üst düzey temaslar oldu mu?
RAIMUND KUNZ: Kısa süre önce, iki ülke Dışişleri Bakanlıkları arasındaki olağan siyasi görüşmeyi tamamladık. Mart ayında, İsviçre Ekonomi Bakanı Ankara ve İstanbul’u ziyaret etti. Haziran’da eğitim ve araştırmadan sorumlu Bakan Yardımcısı Ankara’daydı. Geçen yılın ağustos ayında da, Enerji Bakanı Türkiye’yi ziyaret etmişti. Bunların dışında düzenli ekonomik toplantılar yapmaktayız. Enerji alanında da iyi bir işbirliğimiz var. Ayrıca, İsviçre Federal polisi ve Türk polisi arasında yakın işbirliği mevcut.
DİPLOATLAS: Hala aşılması gereken sorunlar var mı?
RAIMUND KUNZ: Geçtiğimiz dört yılda, özellikle de İsviçre Konfederasyonu Başkanı’nın 2008 yılındaki ziyaretinden bu yana ilişkiler çok iyi düzeyde seyretti. Bazı konular diğerlerinden daha hassas olabiliyor ve özenli görüşmeler gerektiriyor. Ancak iki ülkenin de, bütün konuları yapıcı biçimde ele almak ve çözmek için gereken yöntemleri geliştirdiğini düşünüyorum. Temelde bu olumlu ilişkileri derinleştirmek her iki ülkenin de çıkarına.
DİPLOATLAS: İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin seviyesi nedir? RAIMUND KUNZ: Türkiye’deki İsviçre yatırımlarının toplam hacmi üç milyar İsviçre frankı civarındadır. Türkiye’deki İsviçre firmaları 15’000’in üzerinde kişiye iş imkânı sağlıyor. Türkiye’ye en çok yatırım yapan İsviçre firması Nestle’dir. ABB ve Novartis de büyük yatırımcılar arasındalar. İsviçre’den Türkiye’ye yapılan ihracatın hacmi 2,1 milyar İsviçre frankı, Türkiye’den İsviçre’ye yapılan ihracatın hacmi ise 800 milyon İsviçre frankı düzeyinde. İkili ziyaretlerde hep denildiği gibi, bu sayılar iyi ama, daha da iyi olmaları mümkün.
DİPLOATLAS: İsviçre ve Türkiye arasındaki ticari ve ekonomik ilişkiler gelişmeye devam eder mi?
RAIMUND KUNZ: Diğer ülkelere baktığımda, daha fazla gelişme ve daha fazla ticaret için iyi bir potansiyele sahip olduğumuzu düşünüyorum. İsviçre sanayi sektörünün Türkiye’ye giderek daha fazla ilgi göstermekte olması iyi bir haber. Yarı kamusal bir kuruluş olan İsviçre ihracatı geliştirme teşkilatı OSEC önümüzdeki ilkbaharda İstanbul’da bir temsilcilik açacak. Bu bir işarettir. Sanayi yatırımlarının yanı sıra, turizm ve ticaret gibi hizmetlerde de büyük yatırımların yolda olduğunu düşünüyorum. Bunun bir kartopu etkisi yaratmasını ve sonunda bir çığa dönüşmesini umuyorum.
DİPLOATLAS: Karşılıklı ilişkilerin geleceği konusunda neden iyimsersiniz?
RAIMUND KUNZ: İsviçre’nin ve Türkiye’nin birbirini tamamlayan ülkeler olduğunu düşünüyorum. Türkiye büyük, İsviçre küçüktür, Türkiye denizlerle çevrili, İsviçre’nin ise denize kıyısı yok. İsviçre endüstrisi ileri teknoloji konusunda uzmanlaşmıştır, Türkiye’de ise sanayi büyük ölçekli üretim yapıyor. Türkiye İsviçre’nin teknolojisiyle ilgilenmekte, İsviçre sanayii ise, bölgesel pazarlar için de bir merkez işlevi görebilecek büyük Türk pazarına ilgi duyabilecek konumdadır. Tüm bunlar bana ilişkilerin gelecekteki seyri açısından umut veriyor. Ayrıca, işin bir de insani boyutu var…
DİPLOATLAS: Evet, İsviçre ve Türkiye halkları arasındaki doğrudan ilişkiler ne kadar yakın?
RAIMUND KUNZ: Türkiye’de, ülke çapında yayılmış yaklaşık 3’000 kişilik bir İsviçreli topluluğu var. Bunun yanı sıra, her yıl 300’000’in üzerinde İsviçreli turist Türkiye’yi ziyaret ediyor. Öte yandan, yaklaşık 100’000 Türk vatandaşı da İsviçre’de yaşıyor. 2008 yılında Avusturya ile ortaklaşa ev sahipliğini yaptığımız Avrupa futbol şampiyonasında, İsviçre millî takımında 3 Türk vatandaşı, yani çifte vatandaşlık sahibi oyuncu bulunuyordu. Ancak İsviçre’deki Türk topluluğunun ülkeye katkısı yalnızca futbol ile sınırlı değildir. Dükkânlardan ve kuaför salonlarından imalâthanelere kadar pek çok küçük işletmeyi çalıştırıyorlar. Bence İsviçreliler hem kendi ülkelerinde, hem de Türkiye’de, Türklerin dinamizminden, özgüveninden ve gençliğinden etkileniyorlar.
DİPLOATLAS: İsviçre aynı zamanda Türk öğrenciler tarafında da tercih edilen bir ülke, değil mi?
RAIMUND KUNZ: Evet, kesinlikle, özellikle de mühendislik ve hukuk alanlarında. Zürih ve Lozan politeknik üniversitelerinde mühendislik okuyan, Lozan ve Fribourg üniversitelerinde ise hukuk okuyan Türk öğrenciler var. Türkiye’de geçirdiğim zaman içerisinde İsviçre’de mühendislik veya hukuk okumuş pek çok kişiyle tanıştım. Ayrıca Türk Milli Eğitim Bakanlığı aracılığıyla lisansüstü eğitim bursları vermekteyiz.
DİPLOATLAS: İsviçre Türkiye’deki kültürel yaşama ne gibi katkılar sağlamaktadır?
RAIMUND KUNZ: Buna pek çok örnekle yanıt verebilirim. Örneğin kısa süre önce Ankara’daki Cumhuriyet dönemi mimarlığına katkı sağlamış İsviçreli mimar Ernst Arnold Egli hakkında bir kitabın tanıtımını düzenledik. Aynı zamanda, bir İsviçre projesi kapsamında oluşmuş yaklaşık yirmi kişilik bir orkestra Bilkent Üniversitesi’nde konser verdi. Bu İsviçre projesi, Kafkas ülkeleri arasındaki işbirliğini ve iyi ilişkileri desteklemeyi amaçlıyor. Şimdilik Ermenistan ile Gürcistan’ı kapsayan bu projeye ileride Türkiye’nin de katılacağını umuyorum. Benzer biçimde, İsviçre biri İstanbul’da, öbürü Ankara’da olmak üzere, Türkiye ve Ermenistan’daki insanları konu alan iki fotoğraf sergisini desteklemiştir. Bu da barış ve hoşgörü çabalarına katılım olarak görülmektedir. Bunun yanı sıra İsviçreli ve Türk mimarlar arasındaki etkileşimi de desteklemeye çalışıyoruz.
Geçtiğimiz yıl, bazı İsviçreli firmaların da işbirliğiyle, dünyaca ünlü “Festivals Strings Lucerne” orkestrasını Ankara’ya getirdik. İsviçreli tiyatro grubu “Ad- Hoc” ünlü Türk şairi Nazım Hikmet’in şiirlerinden esinlenilerek yazılmış “Sürgünden sürgüne” isimli oyunları ile Ethos sokak festivaline katıldılar. Bir tiyatro grubumuz da Antalya Tiyatro Festivaline katıldı. Bir İsviçre kültür vakfı olan “Pro Helvetia” dan sık sık destek alarak, ülkede düzenlenen müzik, film ve sanat festivallerine katkı sağlıyor, Fransız ve İtalyan dili haftaları gibi çok taraflı düzenlemelere iştirak ediyor, Goethe Enstitüleri, üniversiteler ve yerel kültür kurumlarıyla işbirliğine gidiyoruz. Burada saydıklarım yalnızca Büyükelçiliğimizin kültürel etkinlikleridir. İstanbul’daki konsolosluğumuz da, Türkiye’nin batı Akdeniz bölgesindeki kültürel faaliyetlerimizden sorumludur.
DİPLOATLAS: Kişisel bir soruyla bitirecek olursak; Türkiye’de bulunmaktan keyif aldınız mı?
RAIMUND KUNZ: Evet, hem de çok. Profesyonel açıdan çok ilginç, çok hareketli bir dört yıldı. Ülkenin doğusundan batısına, kuzeyinde güneyine hemen her bölgesini ziyaret etme şansım oldu. Yalnızca turistik bölgelerde değil, aynı zamanda Diyarbakır, Mardin, Hatay, Erzurum ve Trabzon gibi şehirlerde de çok sıcak karşılandım. Dört ay sonra emekli olacağım. Buradaki görevimin kariyerimi taçlandırdığını söyleyebilirim.
FEDERAL BAŞKENT
BERN
İsviçre’nin başkenti Bern, diğer Avrupa başkentlerine oranla küçük bir şehir ama yaşam kalitesi açısından dünyanın en saygın şehirleri arasında. Aar nehrinin serinliğinde yeşil bir sükûnete gömülmüş gibi görünen Bern’de, büyük şehirlerin gürültülü kaosundan eser yok.
Göz alıcı Ortaçağ mimarisi ile Bern çok farklı görünen bir şehir. Aar nehrinin keskin bir kıvrımla oluşturduğu yarımada üzerinde yer alan şehrin tarihî merkezi UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesine alınmış. Gerçekten de, tarihî dokusunu Bern şehri kadar iyi muhafaza etmiş başka bir yer belki de yoktur. Şehre Ortaçağ havasını veren, ahşap çatkılı, gri kum taşından yapılmış binaların çarpıcı güzellikteki cepheleri, daracık sokaklar, çeşmeler ve tarihi kuleler, günümüzün zarif butikleri ve teras cafe’leriyle bir araya gelince çok şık bir görünüm ortaya çıkmış.
Burada kaldırımlar, üzeri kemerle kapatılmış açık galeriler şeklinde uzanıyor. 6 kmuzunluğundaki bu üzeri örtülü gezinti yolunda, 15. yüzyılda yapılmış kemerlerin altında alışveriş yapıp, müzisyenleri dinleyebilir, sokak sanatçılarını izleyebilirsiniz. Bern’lilerin “Lauben” olarak adlandırdıkları bu kemerli yol, Avrupa’daki en uzun kemerli yaya kaldırımı olarak biliniyor.
500 yıllık saat
Şehrin tarihî merkezinin girişinde yer alan “Kornhaus Platz”, Bern’in iki sembolünden biri olan ve “Zytglogge” diye anılan ünlü Saat Kulesini barındıran meydan. Kare biçimli bir kule olan Zytglogge, yaklaşık 500 yıldan beri görevini hatasız sürdürüyor, sadece saatin kaç olduğunu göstermekle kalmayıp, haftanın günlerini, ayları, burçları ve ayın hallerini de gösteriyor. Aslında, bu kule Bern’in batıdaki kapısı olarak inşa edilmiş. 1530 yılında içine saat mekanizması yerleştirilince, saat kulesine dönüşmüş. Daha sonraki yıllarda sisteme diğer astronomik objeler eklenmiş. Kulenin üst bölümünde saat kadranı, alt bölümünde ise burçları ve ayın durumunu gösteren astronomi kadranı bulunuyor. Astronomi kadranının yanında ise, zaman tanrısı “Kronos”un heykeli var. Saat, figürinlerle işleyen olağanüstü bir sisteme sahip. Saat başlarına 3,5 dakika kala kanatlarını çırpan bir horozun şarkısı ile başlayan ve rengârenk figürinlerin rol aldığı muhteşem bir gösteri sunuyor.
Ayı çukuru
Efsaneye göre, yeni bir şehir kurmaya karar veren Zahringen Dükü V.Berchtold, avladığı ilk hayvanın adını kuracağı şehre vereceğini söylemiş ve avladığı ilk hayvan bir ayı olmuş. Almanca’da ayı anlamına gelen “Baer” kelimesi, zamanla “Bern”e dönüşmüş. Bu nedenle, ayı, bugün de Bern şehrinin sembolü ve 1224 yılından beri şehrin armasında yer alıyor.
Aar nehrinin karşı kıyısında yer alan çukur bir alan yüzyıllarca ayıların barınağı olmuş. Bern’liler, buraya “Barengraben”, yani “ayı çukuru” ismini vermişler. Ama 2009 yılından bu yana artık bu hendekte ayı yok. Çünkü, hemen yakında bir “ayı parkı” kurulmuş ve ayılar oraya nakledilmiş. Artık doğal bir alanda gönüllerince vakit geçiriyor, hatta Aar sularında balık bile avlıyorlar.
Çeşmeler
130’000 nüfusuyla İsviçre’nin dördüncü büyük kenti olan Bern, renkli heykellerle süslü çeşmeleriyle de oldukça ünlü. Şehirde, canlı renklerle boyalı 100 kadar çeşme var. Her biri, tarihi bir olayı ve kahramanını anlatıyor. Örneğin Markgasse’deki, salgın hastalığa yakalananlara evini açan, Anna Seiler’e adanmış çeşme. Laufer Meydanı’ndaki “Haberci” çeşmesi de, Fransızca konuşamadığı için kendisini kınayan Fransa Kralına “Siz de Almanca konuşamazsınız” diye karşılık veren Bern’li habercinin anısına yapılmış. Kornhaus Platz’daki çeşme ise şehrin en ilginç heykeline sahip: çocukları yiyen bir dev. Özellikle 16. yüzyıla tarihlenenler, şehrin varlıklı geçmişini de hatırlatıyor. Her hafta, bütün bu çeşmeler kimyasal ürün kullanmadan, fırçalanarak temizleniyor.
Anıt binalar
Benbeyaz Alp dağlarına sırtını dayamış olan Bern, ülkedeki pek çok diplomatik temsilciğe ve uluslararası örgüte ev sahipliği yapıyor. Doğal olarak, İsviçre’nin Federal Parlamentosu da burada. Heybetli Parlamento binası, Bundesplatz’da, yani “Federal Meydan”da yer alıyor. Üç bölümlü olan bina, hem Federal Meclisi, hem Hükûmeti, hem de Bern kanton yönetimini bünyesinde barındırıyor. Bu anıt yapının süslemelerini ülkenin dört bir yanından gelen 38 sanatçı yapmış. Binanın önünde ise, İsviçre’nin 26 kantonunu simgeleyen 26 yer fıskiyesi ile eğlenceli bir su balesi sergileniyor.
Bern’deki diğer bir anıt yapı ise, “Münster Katedrali”. Geç Gotik tarzıyla ülkenin en görkemli katedrali olan binanın yapımı 200 yıldan fazla sürmüş. İsviçre’nin en yükseği olan (100 m) ve binaya sonradan eklenen kulesinde bulunan büyük çan 10 ton ağırlığında. Katedralin çok zengin dekore edilmiş ana girişinin alınlığı “Kıyamette Yargı gününü” temsil ediyor. Koro bölümünde ise, 15. yüzyıldan kalma son derece gösterişli vitraylar var.
20, yüzyılın en ünlü bilim adamı sayılan Albert Einstein da bir zamanlar Bern’de, Kramgasse üzerindeki 49 no.lu evde yaşamış. Ünlü saat kulesine 200 metre uzaklıktaki bu kendi halinde iki katlı ev, bilginin “İzafiyet Teorisi”ni geliştirdiği yer. Esprileriyle tanınan ve alçakgönüllü bir yaşam süren Einstein’ın dünyasını, kişisel eşyaları eşliğinde keşfetmek heyecan verici.
Bir de, pek alışılmamış müzeleri var Bern’in. Örneğin, etkileyici “Psikiyatri Müzesi”, dağ tutkunları için “İsviçre Alpleri Müzesi”, ya da, ziyaretçilerin mekanik bir sistemle dekorları kendilerinin değiştirdikleri “Tiyatro Müzesi” gibi. Dalgalar biçiminde tasarlanmış “Paul Klee Merkezi” de dünyada tek bir sanatçıya ayrılmış en büyük platform olarak biliniyor.
İSVİÇRE’NİN EN BÜYÜK ŞEHRİ
ZÜRİH
Turistlerin İsviçre’de en çok ziyaret ettikleri kent olan Zürih, ünlü bir ticaret ve finans merkezi olmanın yanında çok canlı bir kültür ve eğlence şehri olmakla da tanınıyor. Her gün ortalama 70 kültür etkinliğinin yapıldığı Zürih’te gece hayatı da çok hareketli.
Zürih, hem İsviçre’nin en büyük şehri, hem de ülkenin en önemli kültür, turizm ve ekonomi merkezi. Hatta, ekonomi ve finans açısından, sadece İsviçre’nin değil, dünyanın da en önde gelen kentlerinden biri. Dünyada, bir ülkeden diğerine yapılan para transferlerinin yaklaşık üçte birinin Zürih’ten geçtiği söyleniyor. Bu arada, şehrin sigortacılık alanında da dünyanın ilk üç merkezi arasında olduğunu ekleyelim.
Zürih’te 390’000 kişi yaşıyor. Banliyö semtleriyle birlikte bu nüfus 1,8 milyonu buluyor. Zürih, 2012’de dünyanın en pahalı şehri ilân edilmiş. Ama, dünyada en kaliteli yaşamın sürdürülebildiği şehirlerin de başında geliyor. Bu özellik Zürih’i bir cazibe merkezi haline getirmiş ve bir çok insan için bu şehirde çalışıp yaşamak bir amaç haline gelmiş. Bugün şehir nüfusunun yaklaşık yüzde 30’u yabancılardan oluşuyor.
Kente ayak bastığınızda, önce her yerde bankalar, iş merkezleri, sigorta şirketleri, uluslararası markalar ve son derece lüks arabalar görüyorsunuz. Çok kültürlü olmanın getirdiği zenginlik hemen fark ediliyor. Burada çok iyi okullar ve çok yoğun bir kültür yaşamı var. Her gün, şehirde ortalama 70 kültür etkinliği yer alıyor. Halkın çoğunluğu bir kaç dil konuşuyor olsa da, “Zürih Almancası” en yaygın olanı.
Pırıltılar
Zürih, kendi adını taşıyan Zürih Gölü’nün en batı ucunda, Limmat Nehri’nin gölden çıktığı noktada kurulmuş. Hem gölün kıyısına, hem de Limmat nehrinin iki yakasına yayılmış olan Zürih’te, doğal olarak sularla iç içe bir yaşam var. Tekne gezintileri yanında, şehrin göbeğindeki göl ve nehir plajları Zürihlileri dinlendiren yerler.
Daracık sokakların, göz kamaştırıcı meydanların, adım başında rastlanan minik heykelli yaklaşık 1’200 çeşmenin, muhteşem bahçeli villaların ve ışıklı caddelerdeki pırıltıların gönülleri çeldiği Zürih’te toplu taşıma ağı muhteşem şekilde düzenlenmiş. Otobüs, troleybus ve tramvaylarla şehir kolayca gezilebiliyor. Duraklarda bekleme süresi en fazla 7 dakika.
Pırıltılı bir geçmişin göstergesi olan Eski Şehir, başka bir deyişle “Hauptbahnof” yani merkez gar ile göl arasındaki bölge, Limmat Nehri’nin iki tarafında uzanıyor. Limmat’ın batı yakasında eski binalar, gölgeli sokaklar, özgün meydanlar ve çok sayıda kiliseyle Ortaçağ Zürih’ini bulabilirsiniz. Doğu yakasında daha az tarihi bina var ama görsellik yine etkileyici. Eski şehir, antikacıları, kitapçıları, festivalleri, fuarları ve şirin mimarisiyle sanat ve yaşam tutkunlarının gözdesi.
Batı Yakası
Bahnhofstrasse, yani “İstasyon Caddesi”, Avrupa’nın en seçkin ve en pahalı bulvarlarından. Yaklaşık 1,5 km uzunluğundaki cadde, iki yanında sıralanan ıhlamur ağaçları ve estetik binaların eşliğinde, canlı bir yaya caddesi olarak, İsviçre’nin en büyük garından başlayıp, şehre boydan boya damgasını vuran Zürih Gölü’ne dek uzanıyor. Burası, dünyaca ünlü markaların lüks mağazalarıyla alışverişin kalbi.
Limmat kıyısında, eskiden domuz pazarı olan Paradeplatz yakınında ise, 853 yılında inşa edilmiş olan Fraumünster Kilisesi var. Germen kralı Louis tarafından kızı Hildegard için yaptırılmış, ilk başrahibe de o olmuş. Reform döneminden sonra kilisenin mülkiyeti Zürih şehrine geçmiş. Neo-gotik cephesi ve göz alıcı bir saate sahip mavi uçlu çan kulesiyle şehri süsleyen Fraumünster’in en dikkat çekici kısmı rengârenk vitrayları. Bu vitrayların bir bölümü ünlü ressam Chagall tarafından yapılmış.
Fraumünster yakınlarındaki Sankt Peterskirche, şehrin en eski dini yapısı. Mükemmel bir Ortaçağ mimarî örneği ve inşası 800’lere uzanıyor. Çan kulesi dünyanın en büyük saat kadranına sahip; çapı 8,7 metre.
Eskiden, Zürih, Roma İmparatorluğu ile Germen dünyası arasında, Limmat nehrine ve göle hakim küçük bir tepe üzerine kurulmuş bir askeri garnizonmuş. 2’000 yıl önce Romalılar burada bir gümrük noktası kurmuşlar. Bu tarihi noktaya Lindenhof deniyor. Bugün Lindenhof yeşil bir alan, dik merdivenlerden çıkınca Limmatquai’nin muhteşem manzarası karşınızda.
Doğu yakası
Şehrin doğu yakasında, zarif malikaneler ve çok şık kamu binaları sıralanıyor. Fraumünster‘ in hemen karşısındaki köprüden nehrin öte yanına geçtiğinizde, vitrayları göz kamaştıran bir katedralle karşılaşıyorsunuz. Burası, Zürih’in simgelerinden biri olan “Grossmünster”, yani “Büyük Katedral”. Efsaneye göre, eskiden bu katedralin yerinde, hristiyan şehitleri Aziz Felix ve Regula kardeşlerin mezarlarının bulunduğu yere inşa edilmiş bir manastır varmış; 1832’de katedrale dönüştürülmüş. İsviçre reform hareketinin de merkezi olan katedralin iki yüksek kulesi var. Bu kulelerden Zürih’i seyretmek için 184 basamak tırmanmak gerekiyor ama karşınıza çıkan göl ve Alp manzarası için değer.
Limmatquai’de bulunan ve en az bin yaşında olduğu düşünülen Wasserkirche ise bir zamanlar bir adacık üzerindeymiş ve tahta bir köprü ile kıyıya bağlıymış. Efsaneye göre Romalılar tarafından burada öldürülen şehrin azizleri Felix ve Regula, kesik başlarını 40 adım öteye kadar taşımışlar. Kilise bu yüzden Zürih’in en kutsal mekânlarından sayılıyor.
Müze cenneti
Zürih’te, 50’yi aşkın müze var. Bu müzelerde, tıp konusundan tasarıma, saat üretiminden kahve kültürü tarihine dek çeşitli ilginç konular ele alınmış. Ama, Bahnhofplatz yakınındaki İsviçre Ulusal Müzesi’nin yeri ayrı. Müze, çok değerli koleksiyonları yanı sıra 100 yıllık çok şık binasıyla da göz kamaştırıyor. Neo-romantik bir şatoyu andıran ihtişamlı mimarisi ve sivri kuleleriyle son derece etkileyici. Güzel Sanatlar Müzesi olan Kunsthaus da, Ortaçağdan bugüne Avrupa ve İsviçre resim sanatının en güzel örneklerini barındırıyor. Zürih’te, değişik konulardaki ilginç müzeler arasında,”Tasarım (Design) Müzesi”, “Tramvay Müzesi” ve halâ aktif olan düzeneği sayesinde buğdayın una dönüşme sürecini keyifle izleyebileceğiniz “Mühlerama Unculuk Müzesi” en ilgi çekici olanlar. Hatta, bir “Migros” müzesi bile var. Bilindiği gibi, yıllardır ülkemizde faaliyet gösteren Migros, aslında bir İsviçre markası.
100’ün üzerindeki sanat galerisiyle Zürih’te, her türlü kültürel ve sanatsal seçeneği bulmak mümkün. Buna Hayvanat Bahçesi de dahil edilebilir. Zürih’in ünlü “Zoo”su özellikle çocukların göz bebeği.
BİR DÜNYA ŞEHRİ
CENEVRE
İsviçre’nin en batısında, Leman Gölü kıyısında yer alan Cenevre, dünyanın yaşam kalitesi en yüksek şehirlerinden biri olarak tanınıyor.
İsviçre’nin ikinci büyük şehri olan, 192.000 nüfuslu Cenevre, ülkenin ve Leman Gölü’nün en batı ucunda yer alıyor. Birleşmiş Milletler’in ikinci merkezi, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ya da Kızılhaç gibi bir çok uluslararası kurumun merkezi burada bulunduğu için, Cenevre bir dünya şehri kimliğine bürünmüş, zaten nüfusunun yarıya yakını da yabancılardan oluşuyor.
Leman Gölü ve dev fıskiye
Trafik keşmekeşinden ve gürültüden uzak tertemiz ve düzenli caddeleri, ışıl ışıl ve şık vitrinleri, plajları, antikacıları, canlı sokakları, rıhtımları ve göl kenarındaki yürüyüş yollarıyla Cenevre’yi keşfetmenin en iyi yolu yürümek. Rhone ve Arve nehirlerinin içinden geçtiği Cenevre’nin Alpler’le çevrili olduğunu daha çok akşam serinliğinde hissediyorsunuz. En yakın kayak merkezi şehre sadece 45 dakika uzaklıkta.
Şehir içinde ise, Leman Gölü’nde tekne gezintileri yapabilir, ya da karnaval havasında gerçekleşen yelken yarışlarını izleyebilirsiniz.
Rhone nehri ve Orta Avrupa’nın ikinci büyük tatlısu gölü olan Leman, Cenevre’yi ikiye ayırıyor. Modern bir marinaya sahip olan gölün çevresi, görkemli zarif villalar ve bahçeleriyle adeta cennet gibi. Göl üzerinde, kıyıya 400 metre uzaklıkta bulunan ünlü fıskiye, başlangıçta şehre su dağıtımında güvenlik supabı olarak kullanılıyormuş. Bugün dünyanın en güçlü fıskiyesi ve Cenevre’nin de simgesi. Saatte 200 km hızla göl sularını 140 metre yükseğe fışkırtarak görsel bir şölen sunuyor. Rhone nehri üzerindeki Mont-Blanc Köprüsü, nehrin Leman gölü çıkışında, şehrin iki yakasının ana yollarını bağlıyor. Yanıbaşındaki küçücük ve yeşil Rousseau Adası’na, Cenevre’de doğan ünlü filozof ve yazar Jean- Jacques Rousseau’nun anısına bu ad verilmiş.
“Ville Haute” (Yukarı Şehir)
Cenevre, ilk önce Leman Gölü ile Rhone ve Arve nehirlerinin çevrelediği küçük bir tepe üzerinde kurulmuş. Göl ve nehirler şehrin korunaklı olmasını sağlıyormuş. 19. yüzyıldan itibaren, şehir yayılmaya ve büyümeye başlamış, yakın civardaki köyler, şehrin birer mahallesi haline dönüşmüş.
Cenevre’nin ilk kurulduğu alan bu gün “Ville Haute”, yani “Yukarı Şehir” olarak adlandırılıyor ve Cenevre’nin merkezi sayılıyor. 18.yüzyılın tipik Avrupa mimarisi izlerini taşıyan “Yukarı Şehir”e damgasını vuran “Saint Pierre Katedrali”, Cenevre’ye hakim bir noktada ve Avrupa Kültür Mirası listesinde. Protestan reformunun mimarlarından filozof ve ilahiyatçı Jean Calvin’in yıllarca vaaz verdiği katedralin kuzey kulesinden şehrin ve gölün manzarası olağanüstü. Yapımına 12.yüzyılda başlanan Katedralin altında, daha önceki kiliselerin kalıntıları ve bir de Yeraltı Müzesi var. Yine bir yeraltı koridoru ile Protestanlığın tarihini anlatan, Uluslararası Reform Müzesi’ne bağlanıyor.
Cenevre’nin merkezi, hem ticaretin çok canlı olduğu bir yer, hem de en popüler sokaklar ve meydanlar burada. Örneğin, “Place Neuve”, yani “Yeni Meydan”, Paris’teki ünlü Garnier Operası örnek alınarak inşa edilen Büyük Tiyatro’yu ve ulusal kahraman General Dufour’un atlı heykelini barındırıyor. General, ülkenin ilk coğrafi haritasını çizen kişi ve Kızılhaç’ın da kurucularından.
Şehir merkezinin kalbi olan Bourg-de-Four Meydanı, tarihi binaları ve çeşmesiyle favori buluşma noktalarından. Plaine de Plainpalais’de kurulan bitpazarı ise şehrin bir başka sempatik yüzü. Bir de Carouge var. Merkezin hemen yanı başında, Arve nehrinin karşı kıyısındaki bu mahalle, yanyana dizilmiş renkli evleri, dar sokakları, hareketli dükkanları, antikacıları, duvarlarında grafitileri ve cafeleriyle çekici bir kimliğe sahip. 18. Yüzyılda, Sardunya Kralının isteği üzerine kurulan Carouge, bugün de biraz Akdeniz havası taşıyor.
Çiçek Saat
Çoğu göl kenarında uzanan 50 kadar park, Cenevre’yi Avrupa’nın en yeşil şehirlerinden biri yapıyor. Bazıları eskiden çok zengin ailelerin, özellikle de bankacıların özel mülküymüş, sonradan şehre hediye edilmişler. Şehrin ilk botanik bahçesi olan Parc des Bastions, dev satranç alanıyla Cenevrelilerin gözdesi. Çok ziyaret edilmesinin bir nedeni de, ünlü Reform Duvarı’nın burada olması. Protestan Reformuna öncülük edenlerin kabartma heykellerinin (rölyef) yer aldığı 100 metre uzunluğundaki duvarın yüksekliği 5 metre. Açılışı, 1909’da, Reformcuların öncüsü Jean Calvin’in doğumunun 400. yıldönümünde yapılmış.
Cenevre’nin ünlü “İngiliz Bahçesi” ise, Mont-Blanc Köprüsü’nün hemen yanıbaşında ve gölün sol kıyısında. Parkın en önemli çekim merkezi, dünyaca ünlü dev Çiçek Saat. Binlerce çiçek ve bitkiden oluşan saat, Cenevre için bu endüstrinin taşıdığı önemi simgeliyor. Her mevsim yeni bir tasarımla saatin renkleri de değişiyor. Saniyeleri gösteren 2,5 metrelik ibresi ise dünyanın en uzunu.
Yine göl kıyısında yer alan “La Grange” parkı, 200’ü aşkın gül türü barındırıyor ve Cenevre’yi bir cennet bahçesine çeviriyor. Her yıl bir uluslararası gül yarışmasının düzenlendiği parkta, renk cümbüşü içinde, mis gibi kokular arasında izlenen konserler ve oyunlar ömre bedel.
Gölün karşı kıyısında ise, BM Cenevre Ofisi’ni barındıran “Ariana Parkı” var. Park, Cenevre kentine, Revilliod de Rive ailesinin son ferdi tarafından, kendisinin ölünce parka gömülmesi ve mavi tavus kuşlarının parkta her zaman özgürce dolaşabilmesi koşuluyla bağışlanmış.
Göl kıyısındaki parklardan bir diğeri de “La Perle du Lac”, yani “Gölün İncisi”. Ünlü “Rolex” saatlerinin kurucusu Wilsdorf’un eşi, gördüğü muhteşem manzara karşısında “Burası gölün incisi!” diyerek kendinden geçtiği için bu adı taşıyor.
Anıtlar, müzeler..
Cenevre, çok sayıda sanat eserine sahip bir kent. Anıtsal yapıların yanında, şehri süsleyen bir çok heykelin de ilgi odağı olduğunu söylemek gerek. Örneğin, kendisi bir anıt yapı olan ve BM Cenevre Ofisi olarak hizmet veren “Palais des Nations”un, yani “Milletler Sarayı”nın önündeki meydan, mayınlarla mücadeleyi simgeliyen “Kırık Sandalye” heykeliyle meşhur. Alpler Parkı’nda ise, şehrin görkemli anıtlarından sayılan, Brunswick Dükü’nün çok zengin dekore edilmiş mozolesi var. Dük, en iyi sanatçılar tarafından ve hiçbir masraftan kaçınılmadan kendisine bir anıt kabir yapılması şartıyla, şehre muazzam bir servet bırakmış.
Şehirde, sayısı 40’ın üzerinde olan müzelerin içinde, çok ilgi çeken “Patek Phillippe” müzesi de bulunuyor. 173 yaşındaki bu saat müzesinde, çok değerli el yapımı saatler, aletler ve müzik kutuları sergileniyor.
Hoşgörü şehri
Cenevre, çok sayıda sanat galerisi, kongre, fuar, festival gibi kültürel etkinlikleriyle entelektüel bir atmosfere sahip. Gece hayatı için her türlü seçeneği sunsa da, burası genelde hafif müzik eşliğinde yemek yemeyi tercih edenlerin şehri. Aynı zamanda, saat, mücevher, bankacılık, sigortacılık ve çikolatanın da merkezi. Şehirde düzenlenen uluslararası fuarlar arasında, bu yıl 82.si düzenlenen otomobil fuarı öne çıkıyor. Geçtiğimiz Mart ayında yapılan ve 150’den fazla yeniliğin tanıtıldığı fuarın ziyaretçi sayısı 700’000 ’i geçmiş.
Cenevre, yoğunluklu olarak Fransızca konuşulan kozmopolit bir şehir. Burada, çok sayıda dini ve etnik topluluk bir arada yaşıyor. Bir zamanlar protestan mültecilere barınak olan Cenevre tam bir uyum ve hoşgörü merkezine dönüşmüş. Şehirde her türlü ibadet merkezi var. Katolik Notre-Dame Bazilikası, Askenaz’ların Beyt-Yakob ile Sefarad’ların Hekhal Haness sinagogları, Rus Ortodoks Kilisesi ve 22 metrelik minaresiyle Cenevre Camii en popüler ibadet yerleri.
ÜÇ ÜLKENİN BİRLEŞTİĞİ YER
BASEL
Denize kıyısı olmayan İsviçre’nin üçüncü büyük kenti Basel, aslında önemli bir liman şehri. Nehir taşımacılığının merkezi olan Basel, Ren nehri aracılığıyla Roterdam limanına bağlanıyor ve oradan da açık denizlere ulaşıyor.
İsviçre’nin üçüncü büyük şehri olan Basel, aslında 170’000 nüfuslu küçük bir şehir. Ülkenin kuzey-batısında, İsviçre’nin Fransa ve Almanya ile birleştiği noktada yer alıyor. Şehrin bazı banliyö semtlerinin Almanya’da, bazılarının da Fransa’da olduğu bile söylenebilir. Örneğin Fransa’nın Saint-Louis kasabasından Basel’e tramvay ile, hatta yürüyerek gelebilirsiniz. Bu arada, unutmadan belirtelim, Fransızca konuşan İsviçreliler, Basel’ı “Bâle” (Bâl) diye adlandırıyorlar.
Şehir, küçük gibi görünse de, aslında ekonomik açıdan çok güçlü. Her şeyden önce, burası İsviçre’nin en büyük limanı. Evet, yanlış duymadınız, denize kıyısı olmayan İsviçre açık denizlere Basel’den, Ren nehri aracılığıyla ulaşıyor. Bu arada, İsviçre’nin dünyanın her denizinde dolaşan 38 gemilik bir ticaret filosuna sahip olduğunu da hatırlatalım. Bu gemileri izleyen İsviçre Liman İdaresi Basel’de bulunuyor.
M.Ö. 44 yılında, Basel’de bir Roma askerî karakolu kurulmuş. Daha sonra, 8. ve 16.yüzyıllar arasında şehir Piskoposluk merkezi olmuş. Zaman zaman, veba salgını, deprem ve yangınlar nedeniyle harabeye dönse de hep dirilmeyi başarmış. 1440’ta, şehrin ilk kağıt değirmeni faaliyete geçmiş. 17.yüzyılda ipek endüstrisiyle zenginleşen kentte, 19.yüzyılda kimyacılık gelişmeye başlamış. Bugün Basel dünya kimya ve ilâç sektörü için büyük önem taşıyan bir yer. Zaten, Roche ve Novartis gibi ilâç devlerinin merkezleri de burada.
Kültür kenti
Ren nehri, Basel’i, birbirine köprülerle bağlı olan iki bölgeye ayırıyor. Nehrin sol kıyısındaki bölge “Grossbasel” (Büyük Basel), sağ kıyısı ise “Kleinbasel” (Küçük Basel). Tam ortadaki Mittlere Brücke, şehrin en eski köprüsü; 1225 yılında yapılmış. Önceleri sadece şehrin iki yakasını birbirine bağlıyormuş ama, 14. yüzyıldan itibaren, uluslararası ticaret yapanların Ren nehrini aşmak için kullandıkları önemli bir güzergâh haline dönüşmüş. 1905 yılında ise, elektrikli tramvayların geçebilmesi için tümüyle yenilenmiş.
Küçük ve kendi halinde bir kent gibi görünen Basel, aslında Avrupa’nın pek az şehrinde rastlanan bir kültürel hareketliliğe sahip. Müzeleri, festivalleri, çok sayıdaki galerileri ve küçük tiyatrosuyla her geçen gün daha da ilgi çekiyor ve bazıları tarafından, “İsviçre’nin kültürel başkenti” olarak niteleniyor.
Gerçekten de, bir hazineden farksız olan Kunstmuseum, yani “Sanat müzesi” dünyanın en eskilerinden; 1661’de açılmış. İçinde, Rönesans’tan bugünlere kadar, dünyanın en ünlü ressamlarının eserlerinden örnekler görebilirsiniz. 40 kadar müzenin bulunduğu şehirde, geleneksel olanların yanında, bebek, kağıt, karikatür, mimari ya da ecza müzesi gibi değişik konuları anlatan müzeler de var. Özel koleksiyonlar ise göz kamaştırıyor. Son 20 yılda açılan ve inanılmaz ilgi çeken, “Beyeler Vakfı”, “Jean Tinguely” ve “Schaulager” müzelerinin ünü çoktan sınırları aşmış durumda.
Beyeler Vakfı, tablo ve heykel alım-satımı ile uğraşan Ernst Beyeler ve eşi Hildy tarafından 1982 yılında kurulmuş. Müzede, Vincent van Gogh’tan Andy Warhol’a ya da Claude Monet’den Pablo Picasso’ya kadar, 20.yüzyılın ünlü ressamlarının tabloları ile Afrika ve Okyanusya’dan toplanmış heykeller sergileniyor. Ayrıca, müzenin binası bile bir sanat eseri sayılıyor. Ünlü İtalyan mimar Renzo Piano tarafından 1997 yılında yapılmış.
Tinguely Müzesi ise, kinetik sanat ve Dada akımına özgü çalışmalarıyla tanınan Jean Tinguely’ye adanmış eserleri barındırıyor. Özellikle atık malzemelerle yapılmış, karmaşık gürültüler üreten makineleriyle müthiş etkileyici bir müze.
Fuarlar ve Karnaval
Basel birçok uluslararası fuara da ev sahipliği yapıyor. Çağdaş sanatın büyük isimlerini buluşturan Art Basel ile saat ve mücevher fuarı Baselworld dünyaca tanınan etkinlikler. Sonbahar fuarı ise, 1471’den beri devam ediyor. Her yıl yapılan Karnaval da şehrin heyecanla beklenen bir başka etkinliği; sokaklar üç gün boyunca çılgın bir renklilik yaşıyor. Bir de tenis dünyasının seçkinlerini buluşturan Swiss Indoors Basel turnuvası var. Bu arada, ünlü şampiyon tenisçi Roger Federer’in Basel’da doğup yetiştiğini de söylemeliyiz.
Ülkenin bu en eski üniversite şehrinde, 1460’ta kurulan Basel Üniversitesi’nde Rönesansın ünlü bilgini Erasmus, filozof Nietzsche ve psikiyatr Jung izler bırakmış. André Vésale de, modern insan anatomisinin temeli olarak görülen kitabı “De Humani Corporis Fabrica” yı 1543’te burada kaleme almış.
Sorunsuz trafiği, düzenliliği, sessizliği ile dikkat çeken bu yeşil şehirde keşfedilecek çok şey var. Basel, çağdaş mimarinin kalbinin attığı yer aynı zamanda. Dünyaca ünlü mimarların elinden çıkmış ultra modern binalar, ortaçağ yapılarıyla hoş bir zıtlık oluşturuyor.
Eski şehir merkezinin daracık sokaklarında, antikacılar, mücevher tasarımcıları, küçük galeriler, göz alıcı butikler, cafe-restoranlar ve kitapçılar sıralanıyor. Ana meydan Marktplatz, kırmızı kumtaşından yapılmış çok süslü Belediye Sarayı ve gotik Münster Katedrali şehrin tarihi sembolleri. Muhteşem Ren manzaralı Münster Katedrali, Erasmus’un mezarını da barındırıyor. Geometrik motifleri, renkli çatı kiremitleri ve farklı uzunluktaki kuleleriyle hemen göze çarpan bir yapı.
Şehrin göbeğinde, Ren kıyısında bulunan “Les Trois Rois” (Üç Kral) Oteli ise Avrupa’nın en eskilerinden. Saraydan farksız görünümüyle, geçmişin asaletini yansıtıyor. Ağırladığı ünlüler arasında, Napolyon, Kraliçe Elizabeth II, Pablo Picasso ve Thomas Mann gibi isimler var.
CUMHURİYETİMİZİN TEMELLERİNİN ATILDIĞI YER
LOZAN
Leman Gölü’nün kuzey kıyısına uzanan bir yamaç üzerindeki sevimli Lozan şehrinin Türkiye tarihinde unutulmaz bir yeri olduğunu söylemeye gerek yok. Gitmesek de, görmesek de, biliriz biz Lozan’ı.
Lozan, Leman Gölü’nün kuzey kıyısında, Jorat dağlarından göle doğru inen bir yamaç üzerinde yer alıyor. Şehir merkezi yamaç tarafında konuşlanmış, göl kıyısındaki bölümün adı ise “Ouchy”. 136’000 nüfuslu bu küçük kent, yumuşak iklimi, doğası, kültürel kurumları ve kozmopolit yapısıyla çok sıcak ve özel bir yer. Üniversiteleri, dinamik iş hayatı, etkileyici parkları ve Leman kıyılarının canlılığı ile yaşam kalitesi hayli yüksek. Vaud Kantonunun merkezi olan Lozan’da Fransızca konuşuluyor.
Üç tepe üzerinde
Lozan şehir merkezi, birbirine köprülerle bağlı 3 tepe üzerine kurulu. Tepelerin arasındaki Flonmahallesi ise bir küvet gibi çukurda kalıyor. Aslında, tepelerin arasındaki vadiden Flon Irmağı geçiyor. Ama nehir yatağı 19.yüzyılda kanal içine alınmış ve yeraltına indirilmiş. Şimdi Flon mahallesi şehrin en canlı yeri, en gözde alışveriş ve gezinti alanı.
Eski şehir tepesi, Flon’un üst kısmında yer alıyor. Burada kartal yuvası gibi yükselen heybetli Notre-Dame Katedrali, İsviçre’nin en etkileyici gotik katedrali. 13.yüzyılda yapılmış. Güney cephesindeki giriş kapısı tam bir Ortaçağ şaheseri. Katedralin ününü arttıran “Gül Pencere”, vitraylardan içeri dolan rengârenk ışık huzmeleri eşliğinde mevsimleri ve Zodiac sembollerini yansıtıyor. Katedralin hemen yanındaki “Saint-Maire Şatosu” da bugün Kanton Hükümeti binası. Zaten yapıldığından beri hep yerel iktidarın yönetim merkezi olmuş.
Belediye Binasının bulunduğu Place de la Palud, 17. ve 19.yüzyıl tarihli binalarıyla eski şehrin canlı bir meydanı. Adalet Çeşmesiyle ve tarihi saatiyle tanınıyor. Öğrencilerin gözde mekanı ise Riponne Meydanı. Bir dönem Lozan Üniversitesi binası olarak kullanılan göz alıcı Rumine Sarayı bu meydanda. Öğrenciler, Sarayın önündeki merdivenlerde oturup vakit geçirmeyi alışkanlık haline getirmişler. Rönesans stilinde inşa edilen saray bugün Vaud Kantonu Meclisini barındırıyor.
Lozan’daki müzelerin bir bölümüne Rumine Sarayı, Beaulieu Şatosu, muhteşem bir parkla çevrili Hermitage Evi gibi çok özel binalar ev sahipliği yapıyor. Eski piskoposluk binasında yer alan Tarih Müzesi’nin en çarpıcı eseri ise 17.yüzyıl Lozan’ını bütün ayrıntılarıyla sergileyen 1500 kilo ağırlığındaki maket.
Gar binası şehrin en işlek ana caddesinde. Görkemli giriş kapısı üzerindeki yuvarlak bir saatin altında olimpiyat halkalarıyla birlikte kabartma harflerle “Olimpik Başkent Lozan” yazısı yer alıyor. Çünkü, Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin (IOC) merkezi burada, Vidy Şatosu’nda bulunuyor. Göl kıyısındaki Vidy, 800 tekne kapasiteli bir limana, Roma harabelerine ve bir Roma Müzesine sahip. Eskiden, Vidy semtinin bulunduğu yerde Romalılar tarafından kurulan Lusanna askeri kampı varmış, Lozan’ın bugünkü adı da buradan geliyor.
Büyük bölümü yaya bölgesi olan “Eski şehir”e hükmeden Katedralin kulesinden baktığınızda, gölün muhteşem manzarası ve Ouchy kıyıları ile ustalık işi tarihi taş binaları, Arnavut kaldırımlı şirin sokakları birbirine bağlayan kemerli taş köprüleri ve daracık merdivenleriyle bütün Lozan önünüze seriliyor. Katedralin etrafı, kafe’lerle dolu, çok dik ve çikolata kokan sokaklarla çevrili. Kıvrımlı yolları tırmanırken nefes nefese kalsanız da, göle doğru yokuş aşağı kuşlar gibi iniyorsunuz.
Göl kıyısı
Leman Gölü ile şehrin yukarı kısımları arasındaki rakım farkı 500 metreyi aşıyor. Tren istasyonu ile sevimli sahil mahallesi Ouchy arasındaki oldukça eğimli bölgede yer alan rengârenk pancurlu binaların çoğu asırlık. Burası bugün parkları, kafe’leri ve lüks otelleri ile şehrin en güzel yerlerinden biri. Spor temalı çok sayıda eser barındıran Olimpiyat Parkı ile Olimpiyat Müzesi de burada. İsviçre’nin bu en çok gezilen ikinci müzesi, 1995 yılında “Avrupa’da yılın müzesi” ödülü almış.
Göl kıyısındaki “Ouchy Şatosu” 1170’te Lozan Piskoposluğu tarafından inşa edilmiş ve zaman içinde bazen piskoposların rezidansı, bazen de hapishane ya da tahıl ambarı olarak kullanılmış. Sonra 19.yüzyılda otel olarak yeniden inşa edilmiş. Estetiği ve sevimliliği ile göz kamaştırıyor.
Ouchy birçok tarihi anlaşmaya şahitlik etmiş bir semt. Bunlardan bir tanesi de, İstiklâl Savaşı sonrasında yeni Türkiye’nin sınırlarını belirleyen, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması. O yüzden İsviçre ve Lozan Türkiye için büyük tarihsel anlama sahip. Gitmesek de, görmesek de, hepimiz bu şehri biliriz. Antlaşma Ouchy’deki lüks Beau-Rivage Oteli’nin Sandoz salonunda imzalanmış. Sandoz salonu, o tarihi anı hissedebilmek isteyen birçok Türk tarafından halâ ziyaret ediliyor. Antlaşmanın imzalandığı masa ise, İsviçre tarafından Türkiye’ye hediye edilmiş, halen Ankara’da, birinci TBMM binasında sergileniyor.
GÜÇLÜ EKONOMİ
İsviçre’nin son derece gelişmiş ekonomisinin temelinde liberal sistem, politik istikrar ve yabancı ekonomilerle sıkı bir iç içelik yatıyor. Hizmet sektörünün ekonomide büyük bir yer tuttuğu ülkede, diğer sektörlerde de kalite en ön sırada yer alıyor.
İsviçre, dünyanın en istikrarlı ekonomilerinden birine sahip. Kararlı bir liberal ekonominin süregeldiği ülkede, Devlet ekonominin ilerlemesi için en uygun koşulları oluşturuyor, pazara da ancak kamu çıkarı açısından bir gereklilik ortaya çıkarsa müdahale ediyor.
Ekonomik sektörlere bakıldığında, İsviçre’de hizmet sektörünün çok yaygın olduğu ve ekonominin yaklaşık yüzde 73’ünü oluşturduğu görülüyor. Özellikle bankacılık, sigortacılık, ticaret ve turizm ülke ekonomisinin can damarı. Ekonominin yaklaşık yüzde 23’ünü kapsayan Sanayi sektörü de, İsviçre’nin diğer önemli bir kozu. Ağır sanayi ürünleri yanında, bilimsel ve optik araçlar üretimi ve ilâç endüstrisi gibi alanlarda İsviçre dünya çapında söz sahibi bir ülke. İsviçre’nin saatlerini, her işe yarayan ünlü çakılarını, peynirlerini ve leziz çikolatalarını ise dünyada bilmeyen yok.
Tarım sektörü ekonomide yüzde 4 gibi küçük bir yer tutuyor ama, burada da kalite çok öne çıkıyor. Özellikle süt ürünleri önemli ve aranılan bir kalem.
Her sektörde üretimin fazla oluşu, halkın satın alma gücü çok yüksek olsa da, iç pazarın yanında dış pazarlara yönelme ihtiyacını da beraberinde getirmiş. Bugün, dış ticaretin geldiği noktada, neredeyse kazanılan her iki İsviçre Frank’ından biri yurt dışından geliyor.
Hep ilk sıralarda
Dünya Ekonomik Forumu’nun her yıl yayınladığı “Dünyanın en rekabet edebilir ülkeleri” listesinde İsviçre hep ilk sıralarda. GSYH bakımından Avrupa, ABD ve Japonya ekonomilerinin önünde. Kişi başına düşen milli gelir 83’000ABD doları. AB ortalamasının yaklaşık 35’000ABD doları olduğunu hatırlatalım. Ülkede işsizlik oranı sadece yüzde 2,8. Kadınların iş dünyasındaki yeri de diğer ülkelere göre oldukça yüksek. Çalışan nüfusun yüzde 24’ü sanayide, yüzde 72’si ise hizmet sektöründe görevli.
İsviçre ekonomisi 2011’de yüzde 1,9 oranında büyümüş. Son yıllarda ekonomik büyümesinde biraz yavaşlama olsa da, İsviçre Avrupa’nın en müreffeh ülkelerinden biri.
Hizmet sektörünün gücü
İsviçre ekonomisinin temeli hizmet sektörü üzerinde yükseliyor. Bu sektördeki başlıca alanlar büyük gelir getiren bankalar, sigortacılık, ticaret ve turizm. İsviçre özellikle bankacılık ve finans sektörlerinde güçlü bir yere sahip. Her 20 çalışandan birisi banka ve sigorta şirketlerinde görevli.
Gelişmiş bankacılık sistemiyle tanınan İsviçre’de toplam 385 banka faaliyet gösteriyor. Bankacılık sistemi, dünyanın her yerindeki müşteriye hitap eden ve gizlilik ilkesini esas edinen bir sistem. İzlenen dış ekonomik ilişkiler stratejisi sonucunda İsviçre bankaları ciddi kârlar elde ediyor. UBS AGve Credit Suisse Group bankaları, ülke genelindeki bankacılığın yarıdan fazlasına hakim. UBS AGdünyanın en büyük bankası; bireysel bankacılık işlemlerinin yanı sıra yatırım danışmanlığı ve menkul kıymet işlemlerinde oldukça önemli bir konuma sahip. Ülkenin ikinci büyük bankası Credit Suisse daha çok finans hizmetleri ve kredi alanında uzman. Ülkenin ekonomi politikaları Federal Hükümet tarafından idare edilse de, para politikasındaki tek yetkili mercii, bağımsız İsviçre Merkez Bankası.
Ama, Hizmet Sektörü deyince, finans alanına odaklanıp, turizm konusunun İsviçre için önemini de göz ardı etmemek lâzım. Coğrafi güzellikleri, kültürel birikimi ve günlük yaşamda sağladığı konfor nedeniyle bütün yıl boyunca turist akınına uğrayan İsviçre’de, hayli gelişmiş durumda olan turizm, ekonomide çok önemli bir yer tutuyor. Resmî verilere göre 2011 yılında turizm gelirleri, bir önceki yıla göre yüzde 0,2’lik bir artışla 15,6 milyar CHF (İsviçre Frankı) olmuş. Ülkenin ihraç gelirlerinin yüzde 9’unu turizm oluşturuyor. Bu, hem kayda değer bir istihdam kaynağı olması, hem de ihracat gelirlerinin dördüncü büyük kalemi olması açısından önemli.
Sanayi ve Tarım
İsviçre’de çok güçlü bir Sanayi Sektörü var. Üretilen sanayi ürünlerinin yüzde 90’ı ihraç ediliyor. Üretimde kullanılan çeşitli makineler, elektrikli motorlar, lokomotif, vagon, türbin türleri gibi ağır sanayi ürünleri yanında, ilâç ve kimya sanayi, hassas ölçü aletleri ve saatler gibi diğer üretimleriyle dünyada söz sahibi olan İsviçre’nin en önemli özellikleri arasında çevre konusuna verdiği önem ve Ar-Ge, çalışmalarına öncelik tanıması var. Üretimde, “İnovasyon” adı verilen “yenileşim” çalışmaları, sadece İsviçre’yi değil, bütün ülkeleri ilgilendiriyor, çünkü bu çalışmalar sonucunda, çevreyi daha az kirleten, daha ekonomik çalışan ve daha estetik görünen ürünler elde etmek mümkün olabiliyor.
İsviçre topraklarının ekilebilen bölümü yüzde 6 civarında. Tarımda ekolojik kültürün yaygınlaştırılması öne çıkıyor. Hayvancılık da ekonomide önemli bir kalem. Sürekli yeşeren çayırlarla kaplı toprakları, besiciliğe son derece uygun, ağırlık kesim ve süt hayvanlarında.
Dış Ticaret ve Türkiye
İsviçre’nin dış ticaretinde Avrupa Birliği çok önemli bir yer tutuyor. Ülkenin merkezî konumu ve aynı dili konuşan komşu ülkelere olan sınırlarının sağladığı kolaylık sayesinde, İsviçre’nin AB ülkeleri ile olan ticaret hacmi tüm dış ticaretinin yüzde 60’ına ulaşıyor.
2011 yılı itibariyle 198 milyarCHF tutarındaki ihracatına karşılık, 174 milyar CHF tutarında ithalat gerçekleştirmiş olan İsviçre’nin en büyük dış ticaret ortağı Almanya. İhracat’ta ikinci sırayı ABD alırken, ithalatta ikinci sıra İtalya’nın.
İsviçre ile Türkiye arasında uzun zamandır süregelen yakın ilişkiler sayesinde, günümüzdeki ticari ilişkilerin de sağlam bir temele dayandığı söylenebilir. Bu temel şimdilerde, “İkili Yatırımların Korunmasına dair Anlaşma” ve 1 Ocak 2013 tarihinden itibaren uygulanmaya başlayacak olan “Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşması” ile daha da pekiştirilmiş bulunuyor. AB üyesi olmayan İsviçre, İzlanda, Lichtenstein ve Norveç’in üye oldukları “Avrupa Serbest Ticaret Birliği” (EFTA) ile Türkiye arasında 1991’den beri yürürlükte olan Serbest Ticaret Anlaşması’nın iki ülke arasındaki ticarî ilişkilerin bel kemiğini oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz. Özellikle ABB, Clariant, Nestlé, Novartis, Roche, Schindler, SGS ve Syngenta gibi İsviçreli çok uluslu firmaların yanı sıra, bankalar, sigorta şirketleri ve turizm kuruluşları da Türkiye’yi bir yatırım merkezi olarak çoktan keşfetmiş bulunuyorlar. Örneğin, 2010 yılı sonu itibariyle, İsviçreli firmaların Türkiye’deki yatırımlarının 2,8 milyar İsviçre Frankını aştığı ve 15’000’den fazla kişiye iş imkânı sağlandığı görülüyor.
2011 yılında, İsviçre Türkiye’ye ihracatı 2,1 Milyar Frank olarak gerçekleşmiş. Bu ihracat, başta kimyasallar ve eczacılık ürünleri olmak üzere, makineler, hassas ölçü aletleri, saat ve tekstil ürünleri şeklinde sıralanıyor. Aynı dönemde, Türkiye’den yapılan ithalat ise yaklaşık 0,8 milyar Frank. Bu ithalatta, tarım ürünleri, kara ulaştırma araçları, metaller ve değerli taşlar başlıca kalemleri oluşturuyor. Tabii, aynı yıl Türkiye’yi ziyaret eden 300’000’i aşkın İsviçreli turistin harcamalarını da unutmamak lâzım.
İleri Teknoloji ve
“İnovasyon”
İsviçre ekonomisinde “İleri Teknoloji”, hem çok üretilen hem de çok kullanılan bir alan. Kısaca “AR&GE” denilen araştırma ve geliştirme konusuna bütçesinden en çok pay ayıran ülke olan İsviçre, “İnovasyon” çalışmalarında da dünya birincisi.
Diyelim ki, evinizde bir çamaşır makinası var. Bu makinanın daha az deterjan, su ve elektrik harcayarak daha çok çamaşırı daha kısa sürede ve daha temiz yıkamasını istemez miydiniz? İşte bunu, ya da çeşitli alanlarda buna benzer sonuçları elde edebilmek için, dünyada bir çok bilim insanı, araştırmacı, teknisyen veya vizyon sahibi kişiler çaba sarfediyorlar. Bu çalışmalara “inovasyon” çalışmaları deniyor. İsterseniz, “yenileşim” de diyebilirsiniz. Genellikle, inovasyon sonuçları “AR&GE” adı verilen araştırma- geliştirme çalışmaları çerçevesinde elde ediliyor.
İsviçre, AR&GE çalışmalarına bütçesinden en çok pay ayıran ülke. Sadece Devlet olarak değil, firmaların da çoğunun AR&GE birimleri var ve üretimlerinin kalitesini sürekli bir üst düzeye taşımaya çalışıyorlar. AR&GE çalışmaları bilim ve teknolojinin sınırlarını genişletiyor, pek çok yeni buluşa zemin yaratıyor, yepyeni fikirlerin ve metodların ortaya çıkmasına yol açıyor.
Coğrafî açıdan küçük bir ülke sayılan İsviçre’nin petrol ya da doğalgaz gibi yer altı zenginlikleri veya tarıma elverişli devasa arazileri yok. Bu tür doğal kaynaklardan mahrum olan ülke, refah düzeyini büyük ölçüde yenileme, yaratıcılık ve özel tasarım kapasitesine borçlu. Bütün bu unsurları bünyesinde barındıran inovasyon kavramı, büyümeyi teşvik için yaşamsal öneme sahip, ekonomik kalkınma ve kaliteli iş ortamının anahtar faktörü. Ülkeler, şirketler ve endüstriler arasındaki rekabette de artık vurucu bir güç olan inovasyon’u İsviçreliler bir ticari başarıya dönüştürüyor.
2011 yılı Global İnovasyon sıralamasında, İsviçre ilk sırada yer alıyor. Aynı listede İsveç ikinci, Singapur ise üçüncü durumda. INSEAD tarafından yapılan araştırmada, 141 ülke arasında Çin 4’üncü, ABD 7’inci ve İngiltere 10’uncu sırada iken, Türkiye’nin yeri 74’üncülük.
İsviçre’nin bu başarısında, başta Nobel ödüllü bilim insanları olmak üzere, yüksek düzeyde kalifiye elemanlara sahip olmasının önemli bir payı var. Ayrıca, endüstri sektörü, bilim topluluğu ve siyasi iktidar arasında dinamik bir işbirliği olduğunu belirtmek gerek. Devlet, bilim ve yaratıcılık arasındaki bağı somutlaştıran etkin politikalar izliyor ve inovasyon için uygun ortamın oluşturulmasına öncelik veriyor.
Hi-Tech
Artık uluslararası ortak bir kelime haline gelmiş olan “Hi-Tech”, yani “Yüksek Teknoloji” ürünleri, İsviçre’nin toplam ihraç ürünlerinin yüzde 40’ını oluşturuyor. İsviçre, bio-teknoloji, nano-teknoloji ve medikal teknolojinin en önemli merkezlerinden. Dünyada AR&GE’ye en çok yatırım yapan şirket İsviçreli Roche ilâç firması. Roche yıllık kazancının yüzde 20’sini bu alana ayırıyor. Bir diğer ilâç devi olan Novartis ise, araştırmalara en çok yatırım yapanlar arasında 6. sırada yer alıyor. Geçenlerde, Cenevre’de yerleşik Quinting firması tamamen şeffaf bir saat üretti. Firma, bu estetik sonuca 7 yılda ulaşıldığını ve 15 milyon dolarlık bir yatırım yapıldığını belirtiyor.
İsviçre’nin tek başına yürüttüğü bir ulusal uzay programı yok ama yine de uzay çalışmalarının içinde yer alıyor. Örneğin, NASA’nın Mars’a gönderdiği ve şu anda da faaliyette olan robotların motorları İsviçre’de yapılmış. İsviçre’nin ilk astronotu olan Claude Nicollier’nin tam 4 kez uzaya gittiğini de bu arada belirtelim. Ünlü astronot 1992-1999 yılları arasında katıldığı programlar çerçevesinde, uzayda yaklaşık 4 hafta geçirmiş ve boşlukta 8 saatlik bir yürüyüş gerçekleştirmiş.
Zaten, İsviçre, Avrupa Uzay Ajansı (ESA) üyesi olarak bu alana dahil. AB ile ortak bir uzay stratejisi yürüten ESA’ya, İsviçre hayli yüksek bir mali katkıda bulunuyor. Öte yandan, İsviçre’nin çok sayıdaki araştırmacısı da AB çerçeve programlarına katılıyor. Hedef, bir “Avrupa araştırma alanı” yaratmak. “İsviçre Ulusal Bilim Fonu” ile “Teknoloji ve İnovasyon Komisyonu”, araştırma, inovasyon ve bilgi transferinin teşviki ve koordinasyonu konusunda ülkedeki temel kurumlar.
EVRENİN SIRLARINI ARAŞTIRAN LABORATUAR CERN
Dünyanın en büyük ve en saygın bilim laboratuarlarından biri, belki de birincisi olan CERN, Cenevre yakınlarında, İsviçre-Fransa sınırının iki yanında konuşlanmış bulunuyor. Burası, evreni oluşturan parçacıkların keşfedilmesine ve doğa kanunlarının daha iyi anlaşılmasına yönelik araştırmaların merkezi.
İsviçre çok önemli iki Avrupa araştırma merkezine sahip: Cenevre’de bulunan CERN ve Zürih’teki IBM. Kamuoyunda kısaca CERN adıyla bilinen “Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi” isimli laboratuar, temel fizik üzerinde yoğunlaşmış ve evreni oluşturan parçacıkları keşfetmeye yönelmiş bir bilim merkezi.
“Büyük patlama” ortamı
1954’te kurulmuş olan CERN, 20 devletin üye olduğu uluslararası bir kuruluş. Türkiye de bu kuruluşun gözlemci üyesi. İsviçre-Fransa sınırında ve sınırın her iki tarafını içeren geniş bir arazi üzerinde yerleşik olan Araştırma Merkezinin 2’400 personeli var. Ayrıca çeşitli ülkelerden bilim insanları da gelip burada araştırma yapabiliyor. Bugüne kadar 113 ülkeden ve 608 üniversiteden 10’000 civarında bilim insanı, CERN’de araştırma yapmış. Hepsinin amacı deneyler yoluyla evrenin sırlarına dair cevaplar bulmak.
Yoğunlaştığı alan nedeniyle CERN genellikle “parçacık fiziği laboratuarı” olarak anılıyor. Fizikçiler, ışık hızındaki atom parçacıklarını birbiriyle çarpıştırarak açığa çıkan enerjiden yeni parçacıklar üretiyorlar. 2008 yılında faaliyete geçen dünyanın en büyük parçacık hızlandırıcısı BHÇ, yani Büyük Hadron Çarpıştırıcısı son yıllarda dillerden düşmüyor. Bilim insanları BHÇ yardımıyla evrenin oluşumuna yol açtığına inanılan “Büyük Patlama” ortamını yeniden yaratmayı amaçlıyorlar. En son Temmuz 2012’de yapılan deney bilim dünyasında büyük heyecan yarattı. Önce, dünyanın oluşumunda çok önemli rolü olan ama henüz varlığı kanıtlanmamış bulunan Higgs Bozonu’na çok yaklaşıldığı, sonra da, “muhtemelen” elde edildiği açıklandı. Teoriye göre, Higgs Bozonu, küçük parçacıkların birbiriyle birleşerek kütleler oluşturmasını sağlayan özel bir parçacık. Tanrı parçacığı olarak da adlandırılan “Higgs Bozonu” üzerindeki araştırmalar devam ediyor.
CERN aynı zamanda, bugün Internet’te çok kullandığımız Web’in de doğduğu yer. Internet’te “www” diye başlayan sitelerin kullanımına imkân veren sistem, 1990 yılında, CERN mensubu Tim Berners-Lee isimli bir bilim adamı tarafından icat edilmiş.
IBM ve Nanoteknoloji
Bir ileri teknoloji şirketi olan IBM’in de, Zürih yakınlarındaki Rüschlikon’da yerleşik laboratuarlarında çok önemli araştırmalar yapılıyor. Farklı milliyetlerden yaklaşık 300 kişinin görev yaptığı bu merkezde çalışan 4 araştırmacı Nobel ödülü kazanmış. IBM Araştırma Merkezi, son zamanlarda en çok “Nanoteknoloji” laboratuarı ile anılıyor. Nobel ödüllü Gerd Binning ve Heinrich Rohrer’in adını taşıyan “Bining ve Rohrer Nanoteknoloji Merkezi”, nanoteknoloji alanında araştırma yapmak isteyenlere hizmet veriyor.
Dağlar, Göller,
Tüneller…
İsviçre çok çekici bir turizm ülkesi. Görülmeye değer şehirlerinin yanında, muhteşem bir doğaya sahip olan İsviçre’de gezmek de çok kolay. Çünkü karayolları hayli güvenli, demiryolları ise çok geniş bir ağ şeklinde ülkeyi sarmış durumda.
İsviçre, Avrupa’nın en önemli turizm merkezlerinde biri. Senede 20 milyonu aşkın yabancı turist ağırlıyor. 2010 yılında, yabancı turistler İsviçre’de 15,6 milyar İsviçre Frangı harcamışlar. Bu çok önemli bir rakam, çünkü ülkenin ihracat gelirleri arasında dördüncü sırayı oluşturuyor.
İsviçre’nin böylesine önemli bir turizm ülkesi olması elbette ki bir rastlantı değil. Batı Avrupa’nın merkezinde yer alan bu ülke, hem coğrafi açıdan büyük bir çeşitliliğe sahip, hem her köşesinde çekici kültürel zenginlikler sergiliyor, hem de ziyaretçilerine her nevi hizmeti en yüksek kalitede sunuyor. Her tarafı düzenli ve son derece bakımlı olan İsviçre’nin, dünyanın her yerinden gelen turistlerin gözdesi olması hiç de şaşırtıcı değil.
Dağlar, dağlar…
İsviçrenin dağlık bir ülke olduğunu bilmeyen yok. Dağlar genellikle ülkenin iki bölümünde yoğunlaşmış. Güneyde “İsviçre Alpleri”, Fransa sınırına yakın kesimde ise “Jura Dağları”. Bu dağların muhteşem manzaralarını çoğumuz kartpostallarda ya da takvim yapraklarında görmüşüzdür. Ülkenin en yüksek noktası, Valais kantonundaki Monte Rosa’nın “Dufour” tepesi. Bu noktanın denizden yüksekliği 4’634 m. İsviçre dağlarının bir çoğu turizm açısından bir çekim merkezi. Bu dağlarda kimileri tırmanış gerçekleştiriyor, kimileri trekking yapıyor, kimileri de sakin dağ köylerindeki küçücük otellerde dinlenmeyi tercih ediyor. Ama kış sporlarına meraklı olanların sayısı hayli fazla ve İsviçre’de çok sayıda kayak merkezi var.
Örneğin, Graubünden kantonundaki St. Moritz Avrupa’ nın en ünlü, dünyanın da en eski kayak merkezleri arasında. Nüfusu 5’600 olan bu dağ kasabasına senede 250’000 turist geliyor. Bu şirin ve lüks kayak kentinde, kayak dışındaki eğlenceler, festivaller ve yarışmalar hiç bitmediği için, yılın her mevsiminde ziyaretçiler eksik olmuyor.
Valais kantonunda ise, iki dev kayak merkezi var: Verbier ve Zermatt. Verbier’deki çeşitli kayak pistlerinin toplam uzunluğu 410 km’yi buluyor. Zermat’taki pistlerin uzunluğu ise 313 km. Kasabada elektrikli otobüsler ve taksiler hizmet görüyor. Kayak alanlarına ise dağ trenleri ve teleferikler ile ulaşabilirsiniz.
İsviçre’nin kayak merkezleri saymakla bitmez ama, biraz da Aletsch’den söz edelim. Ünlü Aletsch buzulunun bulunduğu bu merkez “İsviçrelilerin kayak yeri” olarak niteleniyor. Yabancılar burayı pek bilmiyorlarmış, bu nedenle de pistlerin tenha olması yanında, teleskilerde kuyruk olmuyormuş. Fiyatların da daha uygun olduğu söyleniyor.
Göl şehirleri
İsviçre’nin dağları gibi, gölleri de ünlü. Avrupa’nın su deposu olarak nitelendirilen ülkede, yüzölçümü 1 km’den fazla olan 55 göl var. Daha küçük göllerin sayısı ise 200’ü aşıyor. Bu göllerin hemen hepsi görülmeye değer güzellikte ve bir çoğunun kıyısında aynı güzellikte şehirler yer alıyor. Örneğin, Fransa ile paylaşılan Leman gölü kıyılarında Cenevre ve Lozan gibi önemli şehirler var. Türkiye tarihinde önemli bir yeri olan Montrö (Montreux) de Leman gölü kıyısında. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının bugünkü statüsünü belirleyen buradaki bütün egemenlik haklarının Türkiye’ye ait olduğunu tescil eden “Montrö Boğazlar Anlaşması”nın 1936 yılında burada yapıldığını herkes bilir. Anlaşma, “Montreux Palace” otelinde imzalanmış. 1906 yılında açilmış olan bu çok şık otel, halâ hizmetini sürdürüyor.
Montrö, zarif bir sahil şehri olmasının yanında, önemli bir sanat ve müzik kenti olarak da tanınıyor. Her yıl düzenlenen bir çok kültür festivali arasında, Temmuz ayında yapılan “Montreux Caz Festivali” tüm dünyada ilgi gören bir etkinlik. Şehrin en önemli meydanı olan “Place du Marché”de ise, ünlü rock şarkıcısı Freddy Mercury’nin bir heykeli bulunuyor.
Ülkenin en büyük gölü olan Leman’ı Fransa ile paylaşan İsviçre, ikinci büyük göl olan Bodensee’yi de Almanya ve Avusturya ile paylaşıyor. Bodensee’nin bir adı da Konstanz gölü. Neuchâtel gölü ise, tamamı İsviçre’de olan en büyük göl. Almanca konuşanlar için, bu gölün adı “Neuenburgersee”. Göl kıyısındaki en büyük yerleşim merkezi, göl ile aynı adı taşıyor: Neuchâtel. Burası bir eğitim ve kültür kenti. Şehir, ünlü şatosunun yanında, sokaklarını süsleyen ve sayıları 140’ı bulan çeşmeleriyle dikkat çekiyor. Neuchâtel Üniversitesi’nde eğitim dili Fransızca. Ayrıca, 8 adet de kütüphane var. Şehir nüfusunun yaklaşık yüzde 10’u üniversite öğrencilerinden oluşuyor. İsviçre’nin ünlü yazarlarından Friedrich Dürenmatt ömrünün 30 yılını, Jöntürk’lerin ileri gelenlerinde Prens Sabahattin ise ömrünün 25 yılını burada geçirmiş.
Luzern
İtalya ile paylaşılan Lago Maggiore’nin kıyısındaki Locarno da görülmesi gereken yerlerden ama, biz Luzern’e geçelim. Luzern gölü ile aynı adı taşıyan kent, bir çokları için bir “güzellikler şehri”. Gerçekten de, berrak sularında kuğuların yüzdüğü ve evlerin pencerelerinden çiçeklerin aktığı şehir, artık bir simge olmuş “Kapellbrücke” adlı ünlü ahşap köprüsüyle çok güzel ve farklı görünüyor. İlk kez 1333 yılında inşa edilmiş olan ahşap Kapellbrücke, 1993 yılında çıkan bir yangında tahrip olmuş ama hemen onarılıp eski haline getirilmiş.
Kapellbrücke, Türkçe belgelerde “Şapel Köprüsü” olarak da geçiyor. Üstü kapalı İsviçre köprülerinin tipik bir örneği olan 204 metre uzunluğundaki köprünün tavan kirişleri bölümü, 17. yüzyılda yapılmış resimlerle süslü. Köprünün hemen yanında bir de “Su Kulesi” var. Buna “Wasserturm” deniyor. Tuğladan yapılmış olan, 43 metre yüksekliğindeki bu sekizgen yapı 19.yüzyılda inşa edilmiş ve bir ara hapishane olarak hizmet görmüş. Köprü ve su kulesi, turistlerin İsviçre’de en çok fotoğrafını çektikleri yerler arasında.
Köprünün biraz ilerisinde bulunan “Jesuitenkirche” yani “Cizvit Kilisesi”, güzel bir barok yapı örneği. 17.yüzyılda yapılmış ve içi fresklerle süslenmiş. Bahnhof caddesinden yürüdüğünüzde de, karşınıza 13.yüzyılda yapılmış “Franziskanerkirche” yani “Fransisken Kilisesi” çıkıyor. Şehrin tarihî merkezi ise “Wein Markt” olarak bilinen “Şarap Pazarı Meydanı”. Bir de doğal bir kaya parçası oyularak yapılmış “Luzern Aslanı” heykelini görmek lâzım. Fransız ihtilâli sırasında öldürülen 600’ü aşkın İsviçreli saray muhafızının anısına yapılan anıttaki aslan asil fakat mahzun ifadesiyle ünlü.
Lugano
İsviçre’nin İtalya ile paylaştığı Lugano Gölü,bir buzul gölü. Gölün İsviçre tarafındaki kıyısında yer alan Lugano şehri ise, ülkenin önemli turizm merkezlerinden sayılıyor. İtalyan kültürünün hakim olduğu şehir, çevresinin doğal güzelliklerinden de yararlanarak, cazibesini arttırmış. Lüks ve ünlü markaların mağazalarıyla dolu olan Lugano biraz pahalı bir kent, ama romantik atmosferiyle ziyaretçilerini büyülüyor.
Küçük bir şehir olan Lugano’da, tarihi değer taşıyan bir çok yapı görülebilir. Özellikle, Belediye Binası, San Lorenzo Katedrali ve “Biblioteca Cantonale” adıyla bilinen kütüphane binaları gibi. Ama, galiba turistler en çok gölde ve şehri çevreleyen yemyeşil dağlarda gezinti yapmayı seviyorlar. Şehrin yanıbaşındaki San Salvatore tepesine kablolu sistemle, Bre tepesine füniküler ile, 1’624 metre yüksekliğindeki Lema tepesine ise teleferik ile çıkılabiliyor.
Davos
Henüz 20 öncesine kadar adı pek fazla bilinmezken, son zamanlarda ünü dünyaya yayılan küçük Davos kenti de, yine çok küçük bir göl olan Davos gölü kıyılarında yer alıyor. Bu şirin dağ ve göl şehrinin hem doğal çevresi, hem de kültürel birikimleri bir hayli zengin olsa da, şöhretinin asıl kaynağı, her yıl burada düzenlenen “Dünya Ekonomik Forumu” toplantısı. Bu toplantıya, her yıl yaklaşık 100 ülkeden, 2’500 civarında üst düzey katılım oluyor. Genellikle, katılanların içinde 40 kadar Devlet ve Hükûmet Başkanı, 60 kadar Bakan, 30’dan fazla uluslararası kuruluş yöneticisi, 1’500 civarında iş adamı, 1’000 kadar şirket yöneticisi, ünlü kişiler, büyükelçiler ve basın mensupları bulunuyor. Her yıl Ocak ayının son haftasında düzenlenen toplantının amacı, 5 gün boyunca güncel dünya meselelerinin tartışılması ve toplumlar üzerinde baskı yapan konulara çözüm aranması.
Aslında bir vakıf olan “Dünya Ekonomik Forumu”, Cenevre Üniversitesi profesörlerinde Klaus Schwab tarafından, 1971 yılında kurulmuş. Davos toplantıları, bugün hem bütün dünyada saygı uyandırıyor, hem de küçük Davos kasabasına hayat veriyor.
Yollar ve tüneller
Görülüyor ki, İsviçre’nin dört bir yanı turizm açısından ilginç ve görülmeye değer. O zaman ülke içinde seyahat etmenin çok kolay olduğunu da söylemek gerekiyor. Her şeyden once, ülkedeki karayolları son derece bakımlı ve güvenli. Mesafeler de çok uzun sayılmaz. Bir kaç saatlik yolculukla ülkenin bir ucundan diğerine gidebilirsiniz. Yol boyunca görülecek manzaralar ve duraklama yerlerindeki kaliteli servisler de cabası.
İsviçre’de karayollarının toplam uzunluğu 71’000 km’yi buluyor. Bunların önemli bir bölümü “otoyol” özelliğinde. Hangi tür yolun üzerinde olursanız olun, zaman zaman köprülerden ya da tünellerden geçeceksiniz. Ülkenin dağlık ve engebeli yapısı bunu zorunlu kılıyor. İsviçre karayolları üzerinde 40 kadar tünel var. Bunlardan 6 tanesinin uzunluğu 5 km’den fazla. Ülkenin en uzun karayolu tüneli olan St. Gotthard tünelinin uzunluğu 16,4 km. Burası, dünyanın en uzun üçüncü karayolu tüneli. İsviçre’yi İtalya’ya bağlayan otoyol üzerindeki tünelin yapımı 1980 yılında tamamlanmış.
Yine İsviçre’den İtalya’ya geçişi sağlayan “Seelisberg” tüneli ise, 9 km’lik uzunluğu ile ülkenin ikinci büyük tüneli. Üçüncü sırada da 6,6 km uzunluğundaki “San Bernardino” bulunuyor. Ünlü “Grand St. Bernard” tüneli ise, 1964 yılından beri hizmette ve uzunluğu da 5,8 km.
Ama tünel deyince, İsviçre’de önce demiryolu tünellerini hatırlamak lâzım. Zaten, ülke çapında çok geniş bir ağ halinde her yeri sarmış olan demiryolları, İsviçre’yi gezmek açısından belki de en doğru seçim. Bazı yerlerde, trenle neredeyse dağ tepelerine kadar çıkılabiliyor. Ülkede 14 demiryolu tüneli var. Halen inşası devam eden “Gotthard Base Tüneli” dünyanın en uzun demiryolu tüneli olacak. Alp dağlarının altında yapılmakta olan 57 km uzunluğundaki “Gotthard Base Tüneli”nin 2016 yılında açılması bekleniyor.
BİLİM VE EĞİTİM
Eğitim, bilim ve teknoloji alanlarında uluslararası bir üne sahip olan İsviçre, belki de en önemli yatırımlarını insan beynine yapıyor. Ülkede, kaliteli, bilgili ve yaratıcı elemanlar yetiştirmeye yönelik, ileri bir eğitim sistemi var.
İsviçre üçüncü bin yılın bilgiye dayalı bir toplum temelinde yükseleceğinin bilincinde olduğu için, bilime ve eğitime çok önem veren bir ülke. Devlet, GSYH’nın yüzde 3’ünü bilgi transferlerine ve bilimsel alanda yapılan araştırmalara ayırırken, özel sektör de bu araştırmaların neredeyse üçte ikisini finanse ediyor.
Gerekli altyapıya sahip oluşu İsviçre’yi çok önemli bir bilim merkezi haline getirmiş. Dünyanın her yerinden bu ülkeye araştırmacılar geliyor. Genelde, genç bilim insanlarının İsviçre’ye gelmesi ya da karşılıklı değişim programlarının uygulanması, örneğin, burs vermek suretiyle de desteklenen bir olgu. Bilim akademileri hedeflenmiş sonuçlara erişebilmek için işbirliği yapıyor ve toplumla bilim arasında köprü oluşturuyorlar.
Ülke bilimsel yayınlarda da dünyanın favorisi. İsviçreli bilim insanları sayısız buluşlarıyla son derece aktifler. Atomun görünür kılınmasından, “X” ışınlarının kırınımına dek pek çok bilim dalında yepyeni alanlar açmışlar. Dünyanın akışını değiştiren, Nobel ödülü almış 20 kadar İsviçreli bilim insanı var; bunlardan biri de, 2002’de makro-molekül yapısal analizleri ve yöntemlerine dair çalışmalarıyla ödülü alan Kurt Wüthrich.
Eğitim Sistemi
İsviçre ekonomisi yüksek kaliteli ürünlere yöneldiği için, ileri teknolojiye uyum sağlayabilen, yaratıcı beyinlerin iş gücü ülke için çok önemli. Eğitim sistemi de bu doğrultuda ve ekonomide uluslararası rekabeti göğüslemek üzere şekillenmiş.
İlk, orta ve yüksek öğretim olmak üzere üç bölümden oluşan sistem, dokuz yıllık zorunlu eğitimden sonra iki branşa ayrılıyor: meslek okulları ve genel eğitim. İlkokulda iki yabancı dil, eğitimin her düzeyinde ise bilgi ve iletişim teknolojilerinin öğretilmesi hedefleniyor. Dokuz yıllık eğitimin sonunda gençlerin yüzde 60’ının genel eğitimi değil, meslekî eğitimi seçtiği bize şaşırtıcı gelebilir. Ama, teori ile uygulamayı bir araya getiren mesleki eğitim, çok yetkin ve iyi ücretler alabilen elemanlar yetiştiriyor.
Meslekî öğretimde erkek öğrencilerin daha çok teknik konulara, kızların ise, hemşirelik ya da kuaförlük gibi mesleklere yöneldikleri tespit edilmiş. Öğrenciler, haftanın birkaç gününü okulda geçirirken, kalan günlerini de stajyer olarak çalıştıkları iş yerlerinde uygulama yapmakla geçiriyorlar.
Üniversite ve Yüksek Okullar
İsviçre’de 12 Üniversite ve çeşitli alanlarda uzmanlaşmış 60 kadar yüksek okul var. Üniversitelerden 5 tanesinde eğitim Almanca yapılıyor. Lozan, Cenevre ve Neuchâtel Üniversitelerinde ise eğitim dili Fransızca. Fribourg Üniversitesi her iki dilde de eğitim verirken, Lugano Üniversitesinde dersler İtalyanca veriliyor. Ülkede, iki de “Politeknik Okulu” var. Biri Zürih’te, diğeri Lozan’da olan bu okulların ünü dünyaya yayılmış durumda.
1854’te kurulmuş olan Zürih Federal Politeknik Okulu uluslararası bir prestije sahip. 90 ülkeden öğrencileri var. Okul, Harvard, Princeton ve Berkeley gibi dünyanın en büyük üniversiteleriyle ortak çalışmalar yapıyor. Dünyanın en iyi üniversiteleri arasında 7.sırada gösterilen Zürih Politeknik Okulunun hocalarından ve öğrencilerinden 21’i Nobel Ödülü kazanmış. İçlerinde en meşhur olanı Albert Einstein, en yeni olanı ise, 2010 yılında bu ödülü kazanan Richard Heck.
1853’te kurulan Lozan Federal Politeknik Okulu ise dünyanın en kozmopolit okullarından; 110 farklı ülkeden öğrencisi var. Bu okuldan, kendiliğinden yapışkan tekstil parçalarını icat eden Mestral’den, bilgisayar farelerini borçlu olduğumuz Nicoud’ya, astronot Claude Nicollier’den, “Solar Impulse” projesinin yaratıcılarından olan Borschberg’e dek birçok bilim insanı geçmiş.
YÜKSEKLERDEN DERİNLİKLERE
PICCARD AİLESİ
İsviçre’li Piccard ailesi, tam üç nesildir alışılmadık rekorlar kırıyor. Üstelik, bu rekorların bilime de çok büyük katkısı oluyor.
Hiç kuşkusuz, merak, bilimsel çalışmaların temelindeki en önemli unsurlardan biri ve bazen, sıra dışı birisi, sırf merakını giderebilmek için bir takım deneyler yapıp sıra dışı bilimsel sonuçlara ulaşabiliyor. İsviçre’li Piccard ailesi, tam üç nesildir rekorlarla sonuçlanan bilimsel çalışmalara imza atmış, sıra dışı bir aile.
Auguste Piccard
Auguste Piccard, 1884 yılında Basel’de doğmuş. Zürih Politeknik Okulu’ndan mezun olduktan sonra, Fizik Profesörü olmuş. Balonlara çok ilgi duyduğu ve atmosferin üst tabakalarındaki neler olduğunu da merak ettiği için, özel bir balonla atmosferde yükselmeye karar vermiş. Aslında, bir amacı da, “Kozmik Radyasyonlar”ı ölçmek. Sonuçta, 1931 yılında, arkadaşı Paul Kipfer ile, 15’785 m yüksekliğe çıkmışlar ve kozmik radyasyonu ölçmüşler. Balonla çıkılan bu yükseklik bir dünya rekoru. Ama Auguste Piccard, daha sonra 27 balon uçuşu daha yapıp, rekorunu 23’000 m’ye taşımış.
Daha sonraki yıllarda, Auguste Piccard, okyanusun derinliklerine inebilecek bir denizaltı yapma çabasına girişmiş. Yaptığı “Bathyscaphe” isimli özel denizaltı, bir çok insansız denemeden sonra, 1954 yılında, kullanıcısını 4’176 m derinliğe başarıyla indirmiş. Bu da bir dünya rekoru.
Jacques Piccard
Auguste’ün oğlu Jacques Piccard, babasına eşlik ettiği su altı çalışmalarına daha sonra da devam etmiş. 1922 doğumlu Jacques Piccard, aslında Ekonomi Profesörü olmasına rağmen, Okyanus Bilimlerine merak sardığından, daha da derinlere inme ihtiyacı hissetmiş. Sonuçta, Amerikalı Teğmen Don Walsh ile birlikte, “Trieste” adını verdiği yeni bir denizaltı ile, Kuzey Pasifik Okyanusundaki “Mariana Trench” çukuruna inmişler. Burası dünyanın en derin alanı, inilen derinlik ise 10’915 m. Bu da bir dünya rekoru.
Bertrand Piccard
Jacques Piccard’ın oğlu Bertrand Piccard da, dedesi August Piccard gibi balon meraklısı. Aslında, o psikiyatri uzmanı bir doktor, ama aynı zamanda bir uçuş tutkunu ve bir çok rekorun da sahibi.1958 doğumlu Bertrand Piccard, balonla hiç yere inmeden dünya turu yapmak amacıyla çıktığı yolculuğu, 19 gün, 21 saat, 47 dakika sonunda, 45’755 km katederek bitirmiş. 1999 yılında yapılan bu yolculuk ona bir çok ödül kazandırmış.
Bertrand Piccard’ın bu yılki rekoru ise, kendi projesi olan ve güneş enerjisi ile çalışan ”Solar Impulse” uçağı ile dünya turu yapmak konusunda. Piccard, bu hafif deneme uçağı ile dünya turunu 26 saat, 10 dakika, 19 saniyede tamamlamış ve uçuş sırasında 9’235 m irtifaya kadar çıkmış. Yine, bunların hepsi birer dünya rekoru.
ANKARA’DA İSVİÇRELİ BİR MİMAR
Ernst Arnold Egli
İsviçreli mimar Ernst Arnold Egli, Ankara’nın 1920’li yıllarda başlayan imarına en büyük katkıyı yapanlardan biri. Başkente karakter veren bir çok tarihî binanın onun eseri olduğunu artık unutmaya başlamışken, Yrd. Prof. Dr. Leylâ Alpagut, bu yıl çıkan “Cumhuriyetin Mimarı Ernst Arnold EGLI” isimli kitabında bizlere yeniden hatırlattı.
Küçük bir Orta Anadolu kenti iken, 13 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyetinin başkenti olan Ankara, birdenbire kendisini yoğun bir imar hareketinin içinde bulur. Aslında, “Ankara’nın İnşası”, erken Cumhuriyet döneminin modernleşme projesinin önemli bir aşamasını oluşturmaktadır. Bu dönemin mimarlığının en önemli yükümlülüklerinden biri de, genç Cumhuriyetin kurumlarını barındıracak mekânları yaratmaktır. İşte, İsviçreli mimar Ernst Arnold Egli’nin 13 yıl sürecek olan ilk Türkiye serüveni, bu atmosfer içinde, 1927 yılında başlamıştır.
“Yeni Mimarî”
O yıllarda, “Yeni Mimarî” olarak tanımlanan modern mimarlık üslubu, başta başkent Ankara olmak üzere bir çok kentte uygulanmaya başlanmıştı ve bu üslubu bilen Türk mimarların yetişmesi için, konu İstanbul’daki Güzel Sanatlar Akademisi’nin Mimarlık Bölümü öğretim programına dahil edilmişti. Bu dersler Akademi’de, genellikle Almanca konuşulan ülkelerden gelen yabancı hocalar tarafından veriliyordu.
1893 doğumlu Ernst Arnold Egli de, 34 yaşında genç bir mimar olarak, bu program çerçevesinde Türkiye’ye gelmiş, ancak henüz ders vermeye başlayamadan, kendisini Ankara’da, “Gazi İlk Muallim Mektebi” inşaatında bulmuş. Egli’nin ders vermek üzere İstanbul’a dönüşü ancak 3 yıl sonra, 1930 yılında mümkün olabilmiş. Modern mimarî için gerekli malzeme, teknik ve endüstriyel kaynakların pek bulunmadığı bu dönemde, olumsuz koşullara rağmen projeleriyle beklentileri karşılayabilen Egli’nin, yetkililerin güvenini kazandığı ve sözleşmesinin bir kaç kez uzatıldığı biliniyor.
Ankara’daki eserleri
Ankara’nın çağdaş bir başkent kimliği kazanmasına önemli katkılar sağlayan Egli’nin, Türkiye’deki mimarî ve kentsel tasarımlarının sayısı 75’e ulaşıyor. Modern Türk mimarlığının öncülerinden olan bu yapılar arasında “Musiki Muallim Mektebi” önde gelen binalardan biri. 1928 yılında hizmete giren bina, Ankaralılar tarafından yıllarca “Devlet Konservatuarı” olarak anıldıktan sonra, şimdilerde “Mamak Belediyesi” olarak varlığını sürdürüyor. 1930 yılında “İsmet Paşa Kız Enstitüsü”nü tamamlayan Egli, 1933 yılında da “Ziraat Fakültesi”ni inşa etmiş. “Siyasal Bilgiler Fakültesi” ile “Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi”nin de mimarı olan Egli, “Atatürk Orman Çiftliği” kompleksi içinde olan ve bugün de kullanılan binaları da 1930’lu yıllarda yapmış. Yine o yıllarda inşa ettiği “İsviçre Büyükelçiliği”, bugün ikâmetgâh olarak kullanılıyor ve görenlerde hayranlık uyandırıyor.
Bugün askerî amaçla kullanılan, ama eskiden Ankara’nın sivil havaalanı olan “Etimesgut Havaalanı” ve içindeki hangarlar, atölyeler ve “Uçuş Okulu” gibi tesisler, hep Egli’nin eseri. Türkiye’deki son yıllarında, THK’nın mimarı olarak da görev yapmış ve “Türk Hava Kurumu” idare binasını da inşa etmiş.
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki çağdaşlaşma akımının başlıca temsilcisi olan bu yapılar, uluslararası mimarlık üslubunun Türkiye’deki önemli örnekleri sayılıyor. İki ya da üç katlı olan ve çoğunlukla kübik görünen bu binalar, yapıldıkları dönemin dinamizmini anımsatan bir anıtsallığı da içlerinde barındırıyorlar.
Ernst Arnold Egli, 1940 yılında anavatanı İsviçre’ye dönmüş. 1953-1955 yılları arasında, BM Teknik Yardım Örgütü görevlisi olarak yeniden Ankara’ya gelmiş ve Orta-Doğu Amme İdaresi Enstitüsü ile Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde “Şehircilik ve Bölge Plânlaması” dersleri vermiş.
1974 yılında, Zürih’te yaşamını yitiren Ernst Arnold Egli’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki coşkulu atılımlara yaptığı büyük katkılar hafızalardan kolay kolay silinecek gibi görünmüyor.
DÜNYA MİRASI
ÖZEL YERLER
İsviçre’de, UNESCO’nun Dünya Mirası listesine girmiş 11 alan var. Bunlardan 8’i Dünya Kültür Mirası, 3’ü de Dünya Doğa Mirası.
Doğal yapısının güzelliği ile ünlü İsviçre’de, yüzyılların birikimi olan kültürel değerler de hayli zengin. UNESCO, bu zenginliklerden bazılarını “Dünya Mirası” listesine almış ve tüm insanlığın ortak varlığı haline getirmiş.
St Johann Manastırı
1983 yılında Dünya Kültür Mirası listesine alınan St Johann Manastırı, Grisons kantonunda, Müstair köyünde bulunuyor. Manastırın duvarları, 8.yüzyıl sonlarında yapılmış muhteşem duvar resimleri ile süslenmiş. Duvarlarda ayrıca Romanesk tarzda nadir freskler ve kabartmalar var.
St Gall Manastırı
St Gallen şehrinde bulunan St Gall Manastırı 8.yüzyılda inşa edilmiş ve içinde dünyanın en eski ve en zengin kütüphanelerinden biri yer alıyor. Çok sayıda el yazması eserin bulunduğu kütüphane, en eski mimarî çizimleri barındırmasıyla ünlü.
Bern
Başkent Bern’in “Eski Şehir” olarak adlandırılan mahallesi, tipik evleri, kemerli kaldırımları ve 16.yüzyıldan kalma sokak çeşmeleri ile, 1983 yılından beri Dünya Kültür Mirası listesinde.
Bellinzona şatoları
Ticino kantonunun merkezi olan Bellinzona, 3 şatosu ve surları ile ün yapmış. Ticino vadisine hakim bir tepedeki “Castelgrande” şatosundan başlayan surlar, eski şehir merkezini korumak için inşa edilmiş. “Montebello” şatosu da bu korunaklı alanda yer alıyor. “Sasso Corbaro” şatosu ise, surların güney-doğu tarafında, tek başına duruyor.
Jungfrau-Aletsch
Jungfrau, İsviçre Alpleri’nin önemli tepelerinden biri. Bern ve Valais kantonları üzerinde yer alıyor. Yüksekliği 4’158 metre. Tepenin güney tarafında, Alp dağlarının en büyük buzulu olan Aletsch var. 120 km2’lik bir alanı kaplıyan Aletsch buzulunun uzunluğu 23 km. Jungfrau-Aletsch bölgesi, 2001 yılında Dünya Doğa Mirası listesine alınmış.
Monte San Giorgio
Lugano gölünün güney kıyısında bir piramit gibi yükselen, üzeri ağaçlarla kaplı Monte San Giorgio tepesi, çok zengin ve değerli bir fosil deposu. Bundan 240 milyon yıl kadar önce, burası açık denizden bir mercan resifi ile ayrılan tropikal bir lagün konumundaymış. Bu nedenle, hem balıklar ve kabuklu ya da omurgasız deniz hayvanları gibi fosillere, hem de, karaya yakın olduğu için, yılan, böcek ve bitki fosillerine rastlanıyor. Dünya Doğal Mirası listesindeki Monte San Giorgio, milyonlarca yıl öncesine ait değerli ip uçları veriyor.
Lavaux bağları
Leman gölü kıyılarında, Lozan ile Montreux arasındaki 30 km.lik dar bir şeritte yer alan Lavaux bağları, çok eğimli bir arazide yer alıyor. Bu zor araziden yüksek verim alabilmek için, 11.yüzyılda başlatılan teraslama çalışmaları, gelişe gelişe bugünkü mükemmelliğine ulaşmış. Bu bağların üzümünden yapılan şaraplar da çok beğeniliyor.
Sardona
İsviçre’nin kuzey-doğusundaki Sardona, tektonik çağda kıtaların hareket ederek birbiriyle çarpıştıkları ve dağları meydana getirdikleri dönemi yansıtan bir jeoloji alanı. Eski ve yeni kayalıkların bu çarpışmadan nasıl etkilendikleri, üç boyutlu bir resim gibi görülebiliyor.
Albula ve Bernina
Albula ve Bernina, İsviçre Alplerindeki zor arazide çalışan iki demiryolu hattının ismi. 67 km uzunluğundaki Albula hattında, 42 tünel ve üzeri kapalı geçit ve 144 köprü ve viyadük var. 61 km’lik Bernina hattında da 13 tünel ve geçit, 52 de köprü ve viyadük bulunuyor. Üstelik doğa ile son derece uyumlu bir mimarî ile yapılmış.
La Chaux-de-Fonds / Le Locle
Jura dağları eteklerindeki La Chaux-de-Fonds şehri ile hemen yakınındaki Le Locle kasabasında saatçilik en büyük geçim kaynağı. İsviçre’nin saatçilik merkezi sayılan bu iki şehirde hem bir çok saat fabrikası var, hem de bir çok evde saat üretimi yapılıyor. İki şehir, kendi arasında da işbirliği halinde. 17.yüzyıldan beri sürdürülen bu tek ürünlü endüstriyel yaşam tarzı, 2009 yılından beri Dünya Kültür Mirası listesinde.
“Palafit”lerde yaşam
Eski çağlarda, insanların güvende olmak için, göllerde ve deniz kıyılarında, suyun içine çaktıkları kazıkların üzerine yaptıkları ahşap evlere “Palafit” deniyor. Avrupa’da bugüne kadar, M.Ö. 5000 yıllarında başlamış olan bu yaşam tarzına ait 111 kalıntı bulunmuş. Bunların 56’sı da İsviçre’de ve 2011 yılından bu yana da Dünya Kültür Mirası listesinde.
BAŞKA YERDE YOK
İSVİÇRE’YE
HAS LEZZETLER
Genelde, İsviçre mutfağının Batı Avrupa yemek kültürünün bir parçası olduğu söylenebilir. Ancak burada, başka yerlerde bulunamayacak özgün lezzetler de var.
Her ne kadar Batı Avrupa mutfağının en gözde örneklerini İsviçre’nin günlük yaşantısı içinde kolaylıkla bulmak mümkünse de, ülkenin kendine has olan, hatta İsviçre deyince, marka gibi hemen akla gelen lezzetlerin olduğu da bir gerçek.
İsviçre’de, geleneksel köy ve çiftlik hayatının halâ önde gelen bir yaşam biçimi olması, ülkede süt ürünlerini çok önemli kılıyor. Özellikle de peynir geleneği İsviçre mutfağının vaz geçilmez bir parçası.
450 çeşit peynir
Alpler’in tertemiz havasında, mis kokulu otlarla beslenen hayvanların genellikle pastörize edilmemiş sütlerinden yapılan 450’yi aşkın peynir çeşidi var. Sert ve ufalanabilen Sbrinz peynirinden, yumuşak ve hafif reçine kokulu Friboug Vacherin peynirine, özel bıçağı ile incecik kesilen dilimleri ağızda dağılan Tête de Moine peynirinden, sert ve keskin kokulu Appenzeller’e kadar sayısız peynir çeşidi arasında, en ünlü olanlar Emmental ve Gravyer peynirleri. Emmental, sarı renkli, hafif tatlımsı ve geniş delikli bir peynir. Adını üretildiği “Gruyère” bölgesinden alan sert ve sarı renkli Gravyer peyniri ise, tipik tadıyla hemen fark ediliyor. Emmental ve Gravyer, aynı zamanda İsviçre’nin millî yemeklerinden “Fondü”nün de ana peynirleri. Peynir ve şarabın ayrılmaz ikili olduğu ülkede, hangi peynire hangi şarabın yakıştığını bilmek ayrı bir ustalık gerektiriyor.
Ulusal Yemekler
İsviçre sofra kültürünün simgesi olan “Fondü”, Emmental ve Gravyer peynirlerinin derin bir emaye tencere içinde eritilmesiyle yapılıyor ve uzun bir özel çatal yardımıyla küp şeklinde ekmek parçaları bandırılarak yeniyor. Eriyen peynirin içine bazen biraz şarap katılabilir. Genellikle, peynirin sıcaklığını korumak için tencerenin altına ocak ya da mum gibi bir düzenek kuruluyor. Çıtır çıtır yanan şöminenin önünde, karlı kış akşamlarına çok yakışan fondünün, kurutulmuş et, haşlanmış ya da fırınlanmış patates, salatalık ve küçük soğan turşusu eşliğinde tadına doyulmuyor.
“Raklet” ise yarı yumuşak “Raclette” peyniri ile yapılıyor. Açık ateşe yaklaştırılan peynir erimeye başlayıp akışkan hale gelince, patates ile birlikte yeniyor. Raklet için özel aletler de var: kimisi minik tavacıklar şeklinde, kimisi de daha modern ve elektrikli. Görünümü omleti ya da mücveri andıran “Rösti” ile buğdaydan yapılan “Müsli” de tipik birer İsviçre yiyeceği. Müsli’yi, 1900’lerde Dr Bircher-Benner dağlarda gezinirken keşfetmiş. Sofrasına misafir olduğu yaşlı ama dinç köylünün yemeği, ballı süt içinde ezilmiş buğdaydan ibaretmiş.
Bu arada şarküteri ürünlerinin de sofraların vazgeçilmezi olduğunu ekleyelim. Çeşitli sosislerin yanında, kurutulmuş sığır etinden yapılan Grison çok ünlü.
Çikolata ülkesi
Dünyanın en ünlü çikolataları İsviçre’de yapılıyor. Zaten İsviçreliler de dünyanın en çok çikolata tüketenleri; kişi başına 11 kilo düşüyor. İlk İsviçreli üretici olan François-Louis Caillermesleği İtalyanlardan öğrenmiş. Ünlü Nestlé firması, o dönemlerde sektöre süt sağlayıp, ürün pazarlarmış. Cailler’in kurduğu fabrika halâ çalışıyor ve artık Nestlé’ye ait.
İsviçre çikolata tarihinde çok özel insanlar var: Şeker ve kakaoyu karıştırmak için yeni bir alet icat eden Philippe Suchard, henüz 12 yaşındayken hasta annesine ilâç niyetine çikolata aldıktan sonra bu maddenin ekonomik potansiyelini hisseden ilk kişi. Bir kasabın oğlu olan ve başlagıçta mumculuk yapan Daniel Peter ise, sütlü çikolatayı bularak çığır açmış. Rodolphe Lindt de daha yumuşak, daha az acı ve kolay şekillenen çikolatalar yapmayı başarmış. Üçgen biçimindeki Toblerone ise Jean Tobler’in buluşu.
MAHALLE AFET GÖNÜLLÜLERİ
MAG
1999 Marmara depremi, bu tür felâket günlerinde bilinçli yapılan kurtarma çalışmalarının ne kadar yaşamsal önem taşıdığını ortaya koymuştu. “Mahalle Afet Gönüllüleri” bu ihtiyaç çerçevesinde, İsviçre desteğiyle kurulmuş bir Sivil Toplum Örgütü.
Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğunu ve ülke nüfusunun yüzde 71’inin deprem riski taşıyan bölgelerde yaşadığını artık herkes biliyor. 1999 Marmara depreminde, arama ve kurtarma çalışmalarının sadece yüzde 20’si uzman ekiplerce, yüzde 80’i ise halk tarafından gerçekleştirilmiş. Peki, halk bu konularda eğitimli ve bilgili miydi? Tabii ki hayır. O zaman, şöyle bir gerçek ortaya çıkıyor: eğer halka eğitim verilir ve bilgili olması sağlanırsa, bundan sonra başımıza gelecek felâketlerde daha etkin kurtarma çalışmaları yapılabilir.
MAG
Kısa adıyla “MAG” olarak bilinen “Mahalle Afet Gönüllüleri”, her mahallede eğitim görmüş gönüllü arama ve kurtarma elemanları oluşturmak için kurulmuş bir sivil toplum örgütü. Örgüte 2003 yılında katılmış olan Celâl Kara: “1999 depremini yaşadık. Bu depremden önce arama kurtarma ve âfetzedelere yardım konusunda hiçbir eğitim almamıştık. Çaresizlik içinde kaldık. Yardım edemiyorduk” diyor.
Deprem gibi büyük âfetler meydana geldiği zaman, ilk 72 saat çok önemli. Bu süre içerisinde âfet bölgesi dışından âfetzedelere ulaşılması zor olabiliyor. Bu durumda yerel halkın kendi olanaklarıyla organize olup, bilinçli bir şekilde harekete geçmesi gerekiyor.
Mahalle Afet Gönüllüleri projesi, bu gerçeklerden hareketle ve İsviçre Hükümeti’nin desteğiyle başlamış. 2000 yılında İzmit’te gerçekleştirilen “Afet Yönetimi Konferansı”nda, İsviçre Dışişlerine bağlı “İsviçre Kalkınma ve İşbirliği Dairesi” projenin hayata geçmesini sağlamış.
Bugün bir Vakıf olarak faaliyetini sürdüren MAG, 4’500’den fazla eğitimli gönüllü yetiştirmiş bulunuyor. Değişik illerdeki 103 mahallede örgütleri var. İsviçre’nin desteği ise, Büyükelçilik aracılığıyla bugün de devam ediyor.