Project Description
Rusya Federasyonu
DİPLOATLAS – AĞUSTOS 2010
DiploAtlas
Ağustos 2010
Merhaba,
DİPLOMAT ATLAS’ın bu sayısında, hep birlikte Rusya’yı ziyaret ediyoruz. Rusya, yüzyıllardır Türkiye’nin en önemli komşusu. İki ülke arasında, ticari ilişkiler, göçler, siyasi anlaşmalar, anlaşmazlıklar, hatta bazen de savaşlardan oluşan çok güçlü bir ilişkiler yumağı var. Bu yıl, ayrıca Rusya ve Türkiye arasında diplomatik ilişkilerin de 90. yıldönümü kutlanıyor. Yani, Çarlık Rusya’sını deviren genç Sovyet Rusya ile, Osmanlı monarşisine karşı harekete geçmiş olan Ankara Hükümeti, 1920 yılında diplomatik ilişkilerini başlatmışlar ve birbirlerine destek olmuşlar.
Rusya ile Türkiye arasındaki bağlar, bugünlerde en yüksek düzeye ulaşmış bulunuyor. Rusya Federasyonu Büyükelçisi Vladimir Ivanovskiy’nin iç sayfalarımızda okuyacağınız mülakatında anlattığı gibi, iki ülke arasında zaten yoğun olan ticari ilişkilerin 3 kat arttırılması hedeflenirken, uluslararası siyasi arenada Rusya’nın ve Türkiye’nin görüşleri arasında büyük paralellikler gözlemleniyor, halklar arasındaki yakınlaşma ise baş döndürücü bir hızla gelişiyor.
Rusya, çok büyük bir turizm ülkesi. Başkent Moskova başlı başına bir dünya, St. Petersburg ise olağanüstü bir açık hava müzesi. Ayrıca Tataristan’ın muhteşem başkenti Kazan ve Sibirya’nın en büyük şehri Novosibirsk hakkındaki röportajların da ilgi çekeceğini umuyoruz. Ama Rusya’nın turistik bölgeleri elbette ki bunlardan ibaret değil. Kutup çevresinde yaşam, Moskova’dan Pasifik Okyanusu kıyısındaki Vladivostok’a giden “Trans-Sibirya” tren hattı, ya da Volga kıyılarındaki irili ufaklı kentler, çok farklı ve gerçekten benzersiz birer turizm hedefi oluşturuyor.
Rusya, ayrıca çok derin bir kültür birikimine sahip. Müzik konusunda, edebiyat alanında veya resim, heykel, sinema gibi diğer sanat dallarında dünya çapında bir çok değerler yetiştirmiş. Bir yandan da, dünya çapında bir ileri teknoloji ülkesi. Rusya’nın uzay teknolojisine öncülük ederek bir çok ilk’e imza attığı ve bu alandaki çalışmalarını halen de sürdürdüğü bilinmeyen bir husus değil.
Her yıl Rusya’dan binlerce turist Türkiye sahillerinde tatil yapmaya geliyor. Belki artık Türklerin de yoğun bir biçimde Rusya’yı keşfetmelerinin zamanı gelmiştir. Zaten, iki ülke arasında sefer yapan uçak sayısının bolluğuna bakılınca, Rusya’nın Türk komşularını ağırlamaya hazır olduğu da anlaşılıyor.
Kaya Dorsan
SÜPER GÜÇ
RUSYA
Rusya, yüzölçümü açısından dünyanın en büyük ülkesi. Sınırlarının uzunluğu bakımından da dünya birincisi. İki kıtaya yayılan ülkenin batısındaki Baltık Denizi’nden doğusundaki Japon Denizi’ne kadar olan uzaklık yaklaşık 10.000 km. Bu mesafede tam 9 saat dilimi kullanılıyor.
İki kıta üzerinde, yani Avrupa ve Asya’da yayılmış bulunan Rusya’nın yüzölçümü 17 milyon km2’yi aşıyor. Bu da, Rusya’nın, yerküredeki kara parçaları toplamının yüzde 11,5 gibi önemli bir bölümünü kapladığı anlamına geliyor. Ural dağlarının batısında yer alan “Avrupa Rusyası”, Asya’nın kuzeyindeki “Sibirya” ve daha güneyde, Japon denizine kadar uzanan “Rus Uzakdoğusu”, ülkedeki üç büyük bölge. Tam 18 ülke ile sınır komşusu olan Rusya, yaklaşık 61.000 km’lik sınır uzunluğu ile de dünyada ilk sırayı almış. Zaten, deyim yerindeyse, Rusya bir “en”ler ülkesi. Dünyanın en büyük maden ve enerji kaynakları, en büyük orman rezervleri, en önemli tatlı su kaynakları hep Rusya’da. Dünyanın en derin tatlı su gölü Baykal ve dünyanın en büyük barajı olan Bratsk da Rusya’da. Ayrıca, bir göller ve nehirler cenneti olan ülkede, 10 km’den uzun 120 bin nehir bulunuyor. Göllerinin toplam sayısı ise 2 milyon. Bunlardan Ladojskoe (Ladoga) ve Onejskoe (Onega) Avrupa’nın en büyük gölleri.
Büyük kısmında kara iklimi hakim olsa da, ülkenin genişliğinden dolayı iklim bazı çeşitlilikler gösteriyor. Ama aslında ülkede iki mevsim var: yaz ve kış. Baharlar fark edilmiyor bile. En soğuk bölge Sibirya. Verhoyansk şehrinde ısı -68 dereceye kadar düşebiliyor. Kışın uzunluğu, aşırı soğuk ve ısıdaki sert değişimler yaşam biçimini ve ekonomik işleyişi oldukça etkiliyor. Ülkenin en soğuk bölümlerinde toprak altındaki don hiçbir zaman çözülmüyor. Büyük nehirlerdeki buzlanma ulaşıma engel olurken, baharda ise su taşkınları yaşanıyor. Güneyde stepler, kuzeyde ormanlar, Kuzey Buz Denizi kıyılarında da tundralar var.
Başlıca dağ sıraları Kafkaslar ve Altaylar. Maden zengini Ural dağları da kuzeyden güneye 2.000 km boyunca Avrupa Rusyası ile Asya Rusyası’nı birbirinden ayırıyor.
Dünden bugüne
Don nehri kıyılarında 35000 yıl öncesine ait insan kemikleri bulunmuş olması, tarih öncesi zamanlarda bile Rusya’da insanların yaşadığını gösteriyor. Ama bu insanların genellikle göçebe kavimler oldukları ve yerleşik olmadıkları öne sürülüyor. Bugünkü Rusya’nın temelleri 9. yüzyılda Kiev Prensliği tarafından atılmış. Doğu Slav ırkından olan Rusların bu ilk devleti, Ortodoksluğu da devlet dini olarak benimsemiş. 1147 yılında ise Moskova Prensliği kurulmuş. Moskova Prensliği, diğer prensliklerle birlikte Rusya’nın çekirdeğini oluşturuyor. 17. yüzyılda, Romanov hanedanı ülkenin sınırlarını Sibirya’ya ve Pasifik kıyılarına kadar genişletmiş. 18. yüzyıl başlarında ise, Baltık Denizine inen ve St. Petersburg’u kuran Büyük Petro, imparator olmuş. Rus İmparatorluğu dönemi, reformları ve kültürel atılımlarıyla Rus tarihinin dönüm noktalarından biri. 20. yüzyıla gelindiğinde, rejime karşı isyanların başlaması dikkat çekiyor. I.Dünya savaşının ekonomiye getirdiği yük ve ölümlerin de etkisiyle beliren hoşnutsuzluk sonucunda 1917 Ekim devriminin gerçekleşmesi, Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin iktidara gelmesi ve SSCB’nin kurulması artık yakın tarihin dönüm noktaları sayılıyor. Bir başka dönüm noktası ise, 1991 yılında meydana geldi ve henüz bir çoğumuzun hafızalarından silinmedi. 1985-1991 yılları arasında, Mihail Gorbaçov’un ortaya koyduğu “Glasnost” (saydamlık) ve “Perestroyka” (yeniden yapılanma) politikaları, SSCB’den 14 yeni bağımsız cumhuriyetin doğması ve “Rusya Federasyonu” nun kurulmasıyla sonuçlanmıştı.
Rusya Federasyonu
Çok uluslu ve federal bir cumhuriyet olan Rusya Federasyonu, her biri eşit sayılan 83 birimden oluşuyor. Bunlardan 21’i Cumhuriyet. Ayrıca “kray” denilen 9 eyalet, “oblast” olarak adlandırılan 46 vilayet, Yahudilerden oluşan 1 özerk bölge, “okrug” adı verilen 4 özerk yöre, ve 2 de şehir var. Bu şehirler, Moskova ve St. Petersburg.
Her cumhuriyetin kendi anayasası ve devlet başkanı var. 1993 tarihli anayasada yer alan eşitlik bazlı federatif yapı kavramı, hukukun temellerini ve devletin birlik ve bütünlüğünü korumaya, federal ve yerel idareler arasında yetki ve görev ayrımını sağlamaya yönelik.
Rusya’nın bayrağı enine, eşit, kalın şeritler halinde üç renkten oluşuyor; Beyaz, mavi ve kırmızı. Beyaz tanrıyı, mavi hükümranlığı, kırmızı da halkı sembolize ediyor. Başkanlık sisteminin yürürlükte olduğu ülkede, altı yıllığına seçilen Devlet Başkanı, ülkenin iç ve dış siyasetini belirliyor, devlet kurumları arasında uyum ve işbirliğini sağlıyor. Sahip olduğu geniş yetkiler, toplumun kökten değişen çehresinin yansıması olan reformların yapılmasına olanak sağlıyor. Devlet Başkanının, başbakanı atamak, hükümet toplantılarına başkanlık etmek, hükümeti görevden almak, üst düzey yargı ve denetim kurumlarının yöneticilerini göreve getirmek ve görevden almak, Duma’yı feshetmek, af ilan etmek gibi önemli yetkileri var. Rusya Devlet Başkanı aynı zamanda Başkomutan. Dmitriy Anatolyeviç Medvedev, 2008’den beri Devlet Başkanı.
Danışma organı olan Devlet Konseyi, Devlet Başkanlığına bağlı; devletin yapılanmasını, federatif, siyasi, ekonomik ve sosyal konuları görüşüyor. Yasama erkini ise, Federal Meclis yürütüyor. Federal Meclis, üst meclis olan Federasyon Konseyi ve alt meclis olan Duma’dan oluşuyor. Konsey 178, Duma da 5 yıllığına seçilen 450 milletvekilinden müteşekkil. Rusya’da Yargı erkinin en üstünde Anayasa Mahkemesi var. Yürütme gücü ise hükümette. Başbakan, göreve, Devlet Başkanı tarafından Duma’nın onayıyla atanıyor. Daha önce, 2000- 2008 yılları arasında Devlet Başkanlığı yapan Vladimir Putin, 2008’den beri de Hükümet Başkanı olarak ülkesine hizmet veriyor.
Rusya Halkları
Rusya’nın nüfusu 141 milyon. Bu nüfusun %73’ü şehirlerde oturuyor. Ülkedeki etnik çeşitlilik müthiş: bazıları küçük gruplar halinde olsa da, 180’in üzerinde halk var. Ruslar, %80 ile, toplam nüfus içindeki en kalabalık grup. Tatarlar nüfusun %3,8’ini, Ukraynalılar %3’ünü ve Ortodoks Türkler olan Çuvaşlar da %1,2’sini oluşturuyor.
Dünyanın bu en kalabalık sekizinci ülkesinde Kuznetsov, İvanov, Petrov, Smirnov ve Popov, en çok kullanılan soyadlarından. En yaygın isimler ise kadınlarda Yelena, erkeklerde ise Aleksey. Rusya’da kadın sayısı, erkeklerden daha fazla. Doğum oranı düşüyor ve yaş ortalaması artıyor.
Tüm ülkede Rusça resmi dil olarak kullanılıyor, ama konuşulan dil sayısı 150 civarında ve bunlardan 80’i “edebi dil” sayılıyor. Yani bu dil ve lehçelerle basılı yayınlar ya da radyo ve televizyon yayınları yapılabiliyor.
Ekonomik açıdan dünyanın en güçlü ülkeleri arasında yer alan Rusya, nikel, alüminyum, bakır ve işlenmemiş yün üretiminde lider konumunda. Hidrokarbon, gaz ve elektrik enerjisi üretiminde de önde gelen bir ülke. Bilimsel ve teknik patent tescili açısından dünyada beşinci, ulaşım ağının genişletilmesi konusunda da altıncı sırada bulunuyor.
BÜYÜKELÇİ VLADİMİR İVANOVSKİY:
“ÜLKELERİMİZİN
YAKINLAŞMA TEMPOSUNDAN
MEMNUNUZ”
İster stratejik deyin, ister pragmatik. Soğuk savaş döneminin havasından kurtulmuş Türk-Rus ilişkileri, bugünlerde 1920 ve 1930’ların özel şartlarında bile hayal edilemeyecek kadar güçleniyor ve çeşitleniyor. Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçisi Vladimir Ivanovskiy’e göre, karşılıklı güven üzerinde kurulan, ve her iki halk için ekonomik refahın ve kültürel zenginliğin habercisi olan bu ilişkilerden, bölgedeki diğer ülkeler de yararlanıyor.
DİPLOMAT ATLAS: Türkiye’de ne zamandan beri Büyükelçi olarak bulunuyorsunuz? Bize, daha önceki görevlerinizden de söz eder misiniz?
VLADİMİR İVANOVSKİY: Yüksek öğrenimimi Moskova Uluslararası İlişkiler Devlet Enstitüsü’nde (MGİMO) tamamladım ve 1977’de diplomasi alanındaki kariyerime başladım. Uzunca bir süre, SSCB’nin Yugoslavya’daki Büyükelçiliği’nde çalıştım. 1997–1998 yıllarında İstanbul Başkonsolosluğu yaptım. 2000–2004 yılları arasında, önce Makedonya’da, sonra da Sırbistan’da, Rusya Büyükelçisi olarak görev yaptım. Üç yıl kadar Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanlığı’nın “Geniş Yetkiyle Donatılmış Büyükelçisi” görevinde bulunduktan sonra, Mart 2007’de Türkiye Cumhurbaşkanı’na Rusya Federasyonu’nun Büyükelçisi olarak Güven Mektubumu sundum.
DİPLOMAT ATLAS: Bu yıl, Rusya ile Türkiye arasında diplomatik ilişkiler kurulmasının 90. yıldönümü. Bu ilişkilerin nasıl başladığını bize hatırlatır mısınız? Kutlamalar konusunda neler yapılıyor?
VLADİMİR İVANOVSKİY: Devletlerimizin arasındaki ilişkilerin tarihi 500 yıldan fazla bir süreye kadar uzanıyor. Ama yeni Rusya ile yeni Türkiye, daha doğrusu Rusya Sovyet Sosyalist Federatif Cumhuriyeti hükümeti ile Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti arasında diplomatik ilişkiler 3 Haziran 1920 tarihinde kurulmuştur.
Ortaklık ilişkilerimizin ‘soğuk savaş’ dönemine özgü siyasi ve ideolojik önyargılardan tamamen kurtulmuş olduğu ve nitelik bakımından yeni bir hüviyet kazandığı bugünlerde, geçmiş yılların zengin tecrübesinden yararlanmak çok önemli ve faydalı olacaktır. Geçen yüzyılın 20’li ve 30’lu yılları Rus- Türk ilişkileri açısından benzersiz bir dönem teşkil eder. Doğrudan silahlı müdahale tehlikesi karşısında ve fevkalade zor şartlar altında kalmış olan ülkelerimiz birbirine dostluk elini uzatmışlardır. O yıllarda elde edilen birçok alandaki karşılıklı anlayış, eşgüdüm ve işbirliği seviyesi; siyasetçiler, diplomatlar, toplumsal liderler ve bizatihi toplumlarımız için şimdiki ve gelecek nesillerimizin erişmeye çabalayacağı özel bir örnek olarak değ e r l e n d i r i l m e l i d i r . Büyükelçiliğimiz, bu önemli tarihi bir çok etkinlikle, konser, bilimsel konferans, seminer, fotograf sergisi vs. düzenleyerek, kitap, broşür yayınlayarak, ve belgesel film gösterimleri ile kutluyor. Bütün bu etkinlikler, Türk kamuoyu tarafından da ilgiyle karşılanıyor.
DİPLOMAT ATLAS: Bugüne gelirsek, Türkiye ve Rusya arasındaki siyasi ilişkilerin en yeni dönüm noktaları nelerdir?
VLADİMİR İVANOVSKİY: Bugün Rusya ile Türkiye arasındaki siyasi diyalog hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde ve son derece olumlu atmosfer içinde gelişiyor. Rus-Türk ilişkileri son yıllarda karşılıklı bir güven hüviyeti kazanmıştır. Moskova’da Şubat 2009’da ülkelerimizin cumhurbaşkanları tarafından imzalanan ”Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkilerin yeni bir aşamaya doğru ilerlemesi, dostluk ve çok boyutlu ortaklığın daha da derinleştirilmesine ilişkin Ortak Deklarasyon”, ilişkilerimizin üst seviyede olduğunu gösteren bir kanıt oldu. Bu Deklarasyona gelecekteki işbirliğimizin ‘yol haritası’ da diyebiliriz. Mayıs ayında, Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Dmitriy Medvedev’in Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret ile Haziran ayında Rusya Federasyonu Hükümet Başkanı Vladimir Putin’in İstanbul’a yaptığı çalışma ziyareti başta olmak üzere, üst düzeyde yapılan temaslar Rus-Türk ilişkilerinin yepyeni hatlarını belirlemiş bulunuyor.
Rus-Türk temaslarının en önemli kazanımlarından birinin, “Üst Düzey İşbirliği Konseyi” nin kurulması olduğunu söyleyebiliriz. Konsey’in kurulması, devletlerimizin liderleri tarafından Dmitriy Medvedev’in ziyareti sırasında açıklanmıştır. Bu koordinasyon mekanizması, ilişkilerimizin ana sorunlarının ve güncel uluslararası konuların düzenli olarak ve en üst düzeyde görüşüleceği toplantılar yapılmasını öngörmektedir. Konsey sayesinde Rus-Türk diyaloğu – iki tarafın da beklediği gibi – bütün alanlarda pekiştirilecektir.
DİPLOMAT ATLAS: Her ikisi de değişik uluslararası teşkilâtlara üye olan ülkelerimiz arasındaki ilişkileri bir “stratejik ortaklık” olarak nitelemek doğru olur mu?
VLADİMİR İVANOVSKİY: Haklısınız. Bugün Dışişleri Bakanlıklarımız arasındaki işbirliğine ve uluslararası arena da dahil olmak üzere, diğer bakanlık, kurum ve kuruluşlar arasındaki temaslara gerçekten de, geçmişte emsali olmayan bir yoğunluk ve aktiflik hakimdir. Bu da doğaldır. Dünyada ciddi bir otoriteye sahip olan devletlerimiz sadece Avrasya’da değil, daha geniş bir coğrafyada da güvenliğin sağlanmasına kesin katkıda bulunabilirler. Bir çok uluslararası konuda görüşlerimizin yakın olması, terörle ve aşırılıklarla mücadele konusundaki yaklaşımlarımızın aynı olması, sorunlu ve ihtilaflı durumların çözülmesinde toleransa ve diyaloğun etik ve ahlaklı olmasına yaptığımız vurgular Rusya ile Türkiye’nin uluslararası arenadaki ortak faaliyetlerinin temel unsurlarıdır.
Evet, uzmanlar şimdi hep şunu tartışıyorlar: Rus-Türk ilişkilerine ‘stratejik’ diyebilir miyiz? Biliyor musunuz, bana kalırsa, terimlerin ve klişelerin üzerinde durmanın pek anlamlı olduğunu sanmıyorum. Rusya ve Türkiye, pragmatik anlayıştan, düşüncelerden ve milli çıkarların sağlanması ihtiyacından hareket ederek işbirliğini geliştiriyorlar. Biz ilişkilerimizi birilerine karşı değil, kendimiz için ve bölgenin refahı adına geliştiriyoruz. Şöyle söyleyebilirim: ülkelerimiz için hayati önem taşıyan bazı alanlarda, Rus-Türk işbirliği stratejik öneme sahiptir.
DİPLOMAT ATLAS: Rusya açısından, ekonomik ve ticari ortak olarak Türkiye’nin önemi nedir? Türkiye’nin Rusya’daki yatırım hacmi ne kadardır? Türk ve Rus iş adamları için, hangi alanlarda işbirliği yapma imkanları var?
VLADİMİR İVANOVSKİY: Ekonomik ve ticari işbirliğimiz, ilişkilerimizin sağlam temeli olmaya devam etmektedir. 2008 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacmi nerdeyse 38 milyar dolara ulaştı. Rusya ilk defa Türkiye için ana ticaret ortağı oldu.
‘Technostroyexport’ gibi büyük Rus şirketleri Türk pazarında çalışıyorlar. Ayrıca, tarım alanında da ilişkilerimiz gelişiyor. 2008/2009 tarım yılında Türkiye’ye yaptığımız buğday ihracatı 2,2 milyon ton oldu.
Rus-Türk enerji alanındaki işbirliği ise, gerçekten stratejik bir nitelik kazanıyor. 1987 yılından itibaren Türkiye, Rus doğalgazının en büyük alıcılarından biridir. Rusya, Akkuyu’da, Türkiye’nin ilk nükleer santralını inşa edecektir. Bu da Türkiye’ye çevre güvenliği sağlayan teknoloji de dahil olmak üzere, çağdaş ve yeni teknolojilerin transferi, milyarlık yatırımlar ve yeni iş yerleri demektir. ‘Güney Akım’ doğalgaz boru hattı ve ‘Samsun-Ceyhan’ petrol boru hattı gibi ciddi projeleri yine Türkiye ile beraber gerçekleştiriyoruz. Rus şirketleri, Türkiye ile petrol ve doğalgaz pazarlarında da işbirliği geliştirmeye hazırdır. Bu şirketler yalnızca enerji kaynaklarının ithalat hacmini büyütmekle kalmayıp, doğalgaz ulaştırma altyapısının geliştirilmesi ve hammadde çıkartılmasıyla da uğraşabilirler. İleri teknoloji alanında işbirliğimizi geliştirebiliriz. Türkiye ile Rusya’nın uzay çalışmalarına ilişkin büyük yatırım projelerinin gerçekleştirilmesi de ayrıca gündemde.
DİPLOMAT ATLAS: Türk ve Rus halkları arasındaki ilişkiler, örneğin turizm ve seyahat, kültürel değişimler, göç vs. gibi konularda neler söyleyebilirsiniz? İki ülke arasında vizesiz seyahat olabilecek mi?
VLADİMİR İVANOVSKİY: Memnuniyetle şunu belirtmeliyim ki, halklarımızın yakınlaşma temposuna biz bürokrat olarak bazen yetişemiyoruz bile. Ortak ailelerin sayısı sürekli artıyor. Türkiye’ye yerleşen Rusların sayısı da artıyor. Vatandaşlarımız burada Büyükelçiliğimizin ve Türk yerel yönetimlerinin desteğiyle Rus Kültür Derneklerini kuruyorlar. Bu dernekler sayesinde sıradan Türk vatandaşları Rusya ile tanışmak, Rus dilini öğrenmek gibi fırsatlar yakalıyorlar. Bugün Ankara, İstanbul, Antalya ve İzmir’de toplam 5 dernek faaliyette.
Türk gençlerinin, Rusça öğrenmeye ve Rusya’da yüksek eğitimin almaya duydukları ilginin arttığını memnuniyetle izliyoruz. Mesela, bugün 17 Türk üniversitesinde Rusça öğretiliyor; oysa Rusça öğretilen üniversitelerin sayısı 2000 yılında 5’i aşmıyordu. Mayıs 2010’da yüksek prestijli TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi ve TEPAV nezdinde Rus Merkezini açtık. Bu yıl talebimiz üzerine, Rusya Federasyonu Hükümeti Rusya’da eğitim görmek isteyen Türk üniversite mezunları için verilen burs sayısını 70’e çıkarmıştır.
Turizm, ülkelerimizin halklarının birbirlerine duydukları güven düzeyinin arttırılmasında ciddi rol oynuyor. Türkiye, bizim vatandaşlarımız için çoktan ‘turistik Mekke’ haline gelmiştir. Her yıl birkaç milyon Rus turisti Türkiye’de tatil yapıyor. Turistlerimizin tatilinin konforlu ve güvenli olması için Türk tarafı ile beraber gerekli tedbirleri alıyoruz. Vize rejiminin kolaylaştırılması ile Rusya’yı ziyaret eden Türk vatandaşlarının sayısının artmasını bekliyoruz. Biz de, daha çok Türk vatandaşının Rusya’nın zengin kültürü, tarihi mirası ve gelenekleri ile tanışması için elimizden geleni yapacağız. Rusya’ya hoşgeldiniz!
İHTİŞAMIN DİĞER ADI
MOSKOVA
Moskova, Rusya’nın Sovyet geçmişi ile kapitalist geleceğinin en fazla hissedildiği kent. Moskova sadece bir başkent değil, aynı zamanda sanatın, kültürün, ticaretin, ulaşımın ve eğlencenin de
merkezi. Bütün Rusya’nın kalbinin Moskova’da attığını söylemek hiç de yanlış olmaz.
Bazı kentler ülkelerine sığmazlar. Onlar birer dünya kentidir: Paris gibi, New- York gibi, İstanbul gibi… İşte Moskova da böyle bir kent. 10,5 milyon nüfuslu bu megaşehir, kozmopolit yapısıyla, derin kültürel birikimiyle, yönettiği ekonomik potansiyelle ve hatta siyasi kararlarıyla tüm dünyayı etkilemiş olan ve halen de etkilemeye devam eden bir başkent. Adını, şehrin içinden geçen Moskova nehrinden almış. Kentin 12. yüzyıl başlarında kurulduğu kabul ediliyor. Kuruluşundan bugüne kadar, Moğolların, Tatarların, Toktamış Han liderliğindeki Altınordu devletinin, Kırım Tatarlarının, Polonya ve Litvanya’nın saldırılarına uğrayan, Napolyon’un ünlü Moskova seferine ve II.Dünya savaşı sırasındaki Nazi kuşatmasına direnen Moskova, bugün artık mimari eserleriyle, müzeleriyle, parklarıyla, iş merkezleriyle, metrosuyla ve eğlence mekanlarıyla dünyanın en gözde kentlerinden biri.
Kızıl Meydan ve Kremlin Moskova’nın kalbi Kızıl Meydan’da atıyor. Hiçbir yenileşme meydanın tarihi dokusunu ve büyüsünü bozamamış. Bir zamanlar Çar’ların halka seslendiği, işçi kanlarının döküldüğü, büyük gösterilerin düzenlendiği; son dönemlerde ise Pavarotti ya da Paul McCartney gibi ünlülerin konser verdiği bir yer Kızıl Meydan. Çok eskilerde pazar yeri olan bu devasa dikdörtgen alanın ihtişamı karşısında heyecanlanıyor insan, kendini küçücük hissediyor.
Kızıl Meydan ve İtalyan mimarlar tarafından tasarlanan Kremlin, UNESCO Dünya Mirası Listesinde. Meydana adım attığınız an sizi önce Kremlin Saray kompleksi karşılıyor. Kremlin, göz alıcı binaları, surları, ve görkemli soğan biçimi kubbeleri olan kiliseleri ile bir efsane. Bir cephesiyle Moskova nehrine bakan Kremlin’e Teslis (Troitskaya) kulesinin kapısından giriliyor. Bu kule, Kremlin’de yer alan, kimisi yuvarlak, kimi de dörtgen ya da çok köşeli 20 kulenin en yüksek olanı. Kremlin’in en eski kısmı olan Katedral Meydanı’ndaki “Göğe Çıkış Katedrali”nde eskiden Rus çarlarının taç giyme törenleri yapılırmış. Korkunç İvan olarak bilinen IV.Ivan’ın tahtı da hemen girişte. Söylentiye göre Çar, Moskova’yı Moğol boyunduruğuna sokan anlaşmayı bu katedralin basamaklarında yırtmış, böylelikle Rusya’nın bağımsızlığını ilan etmiş. III.İvan için inşa edilen, kahverengi kumtaşından yapılma bir zemin ve paha biçilmez ikonalara sahip “Meryem’e Müjde Katedrali”nde ise Çarların vaftiz ve evlilik törenleri yapılırmış. Çarlar öldüklerinde de “Baş melek Katedrali”ne gömülürlermiş. Alınlıklarında deniz kabuğu işlemeleri bulunan bembeyaz Baş melek katedralinde 46 lahit var; her biri cilalı bronzla kaplı.
Yine Katedral Meydanı’nda, dünyanın en büyük çanı bulunuyor. Yapımı 2 yıl süren, 200 ton ağırlığındaki Çar Çanı hiç çalınmamış. Döküm kalıbında soğurken çıkan yangında, suyla temas sonucu kopan 11 tonluk parçası, Çan’ın dibinde duruyor. Muhteşem mobilyalar, kristaller ve porselenlere bezeli kabul salonları olan 700 odalı Büyük Kremlin Sarayı ise, meydanın sonunda. Şatafatlı ön cephesi ile Silahhane binası ıse, şimdi her tür tarihi eseri barındıran bir müze. Burası, Faberge yumurtaları koleksiyonu ile de ünlü. Emaye üzerine kıymetli taş ve metallerle süslenmiş, kuyumculuk şaheseri, çok değerli objeler olan bu yumurtaların en ünlüleri imparatorluk ailesi için yapılmış. İmparatorluk kuyumcuları Silahhane’de yaşarmış.
Kremlin’den çıkınca, “Aleksandr Bahçeleri”nde dinlenebilirsiniz. Bir zamanlar nehir yatağıymış, Çarın isteği üzerine bahçeye dönüşmüş. Şehri savunurken ölenlerin anısına yapılan Meçhul Asker Anıtı ve Sonsuz Meşale ise yeni evlilerin çiçek bırakıp fotoğraf çektirdikleri bir yer.
Kızıl Meydan’da yer alan Aziz Vasili Katedrali bir diğer şaheser. Sanki masal kitaplarından fırlamış gibi, hemen elinizi uzatıp bir parçasını ağzınıza atacağınız bir şekerlemeye benziyor. Büyüklü- küçüklü sekiz kule, özellikle geceleri ışıklandırıldığında büyü etkisi yapıyor insanda. Katedral Kazan Hanlığına karşı kazanılan zaferin anısına inşa edilmiş. Eskiden ana bina beyaz renkli, kubbeleri de altın yaldızlıymış ama bir yangında hasar gördükten sonra rengarenk boyamışlar. Katedralin içi de dışı kadar renkli.
Meydanın bir başka anıtı, önünde her zaman çok uzun kuyrukların oluştuğu Lenin Mozolesi. GUM adlı büyük alışveriş mağazasının tam karşısında yer alıyor. Önceleri ahşap olan yapı, bugün koyu kızıl granitten, basamaklı, geometrik tarzda. Mozolenin dışında ise diğer büyük komünistlerin mezarları var.
Ünlü sokaklar Moskova’ya gidip de Arbat sokağından geçmemek olmaz. Kentin en eski sokaklarından biri olan Arbat sokağı adeta şehrin ruhunu yansıtan bir yaya bölgesi. Bir çok ünlü sanatçı burada yaşamış. Örneğin, Puşkin, bugün müze olan 53 no’lu binada oturmuş. Şimdi evin önünde eşiyle birlikte heykeli var. Sokak, arnavut kaldırımları, süs lambaları, hediyelik eşyaları, sokak müzisyenleri ve ressamları ile her zaman cıvıl cıvıl. El sanatlarına meraklı olanlar için çeşitli sürprizler var: minyatür resimlerle işli lake kutular, kalpaklar, broşlar, matruşkalar, bogorodskaya denilen tahta oyuncaklar, çiçek ve meyve desenli Zhostovo tepsileri, mavibeyaz Gjel seramikleri, semaverler.. İster mağazalarının rengarenk vitrinlerini seyredin, ister Rus yiyeceklerini tadın, isterse şık kafelerinde dinlenin, ama Arbat’ı bir ucundan diğer ucuna yürümeyi sakın ihmal etmeyin.
Tverskaya caddesi ise Ortaçağdan beri Rus asillerinin gözde mekanıymış. Tverskaya, bugün de Rusya’nın en pahalı caddesi sayılıyor, aynı zamanda gece hayatının da merkezi. Moskova’nın en pahalı bölgelerinden bir diğeri de, Kremlin surlarına bakan Manej Meydanı. Aslında, Moskova’nın kendi halinde küçük sokakları ve sıradan evleri bile çok keyifli. Hele her yeri kar bürümüşse. Bazen ısının –30 dereceye düştüğü kışlara rağmen görsel bir sıcaklık yaratıyor bu manzara.
Çekici mekanlar Moskova’yı keşfedebilmek için isterseniz bir nehir turu yapabilirsiniz. Poklonoya ve Lenin tepelerinden Moskova’ya kuşbakışı bakmak da bir diğer seçenek. Kentte, sayılamayacak çoklukta tiyatro, sinema, müze, konser salonu ve sirk var. Benzersiz empresyonist ve modern tablo koleksiyonlarıyla Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi ve Rus sanatçılara ait eserleri barındıran Tretyakov Galerisi, şehrin kültürel hayatında ayrı bir öneme sahip. İlk Sovyet bilgisayarlarını görebileceğiniz Politeknik Müzesi, 247 dilde 42 milyon eser barındıran Lenin Kütüphanesi ve Dostoyevski Müzesini de mutlaka görülmeli.
Yapımı 45 yıl süren ve bir zamanlar patrikhane merkezi olan Kurtarıcı İsa Katedrali, 1931’de Stalin’in emri ile yıkılmış ve 1995 yılında eski fotoğraf, resim ve krokilerden yola çıkılarak eski yerinde tekrar inşa edilmiş. Eski katedralden kurtarılan kimi parçalar, bugün Donskoy manastırında muhafaza ediliyor. Rus Ortodoks Patrikhanesinin merkezi 1987 yılından beri Danilov Manastırında. Moskova’nın ilk Prensi Daniel öldüğünde, isteği üzerine, sıradan bir keşiş gibi manastır mezarlığına gömülmüş. Zamanla manastır başka bir yere taşınmış ama Prensin kabri orada unutulmuş. Daha sonra, Prens Ivan, mezarı bulmuş ve manastır yaklaşık 200 yıl sonra yeniden inşa edilmiş.
Nazım Hikmet‘in mezarının da bulunduğu Novodeviçi Manastırı da çok önemli dini yapılardan ve UNESCO Dünya mirası listesinde. Prens III.Vasili tarafından Smolensk’in ele geçirilmesi anısına, bir kale tarzında inşa edilmiş. Patriğin rezidansı 1980’den beri burada. Dini komplekse ait bazı binalar ve kiliseler hala müze. Kan kırmızısı duvarları ile manastırın en eski ve büyük binası Smolenskiy Katedrali. Manastırın mezarlığında kimler yok ki: Çehov, Gogol, Kruşçev, Ehrenburg, Yeltsin, Mayakovski, Molotov, Tupolev…
Yemyeşil Moskova’da gölcüklerle bezeli, sayısız park ve bahçe var. Mimarisi ile ünlü Metro günde 7 milyon kişi taşıyor. Moskova Nehri ve kolu Yauza üzerinde çok sayıda köprü mevcut, özellikle akşamları şıkır şıkır görünüyorlar, en güzelleri ise, Kırım asma Köprüsü.
BEYAZ GECELER
ST. PETERSBURG
Çaykovski, Puşkin, Lermontov, Gogol, Dostoyevski, Rubinstein, Turgenyev, Rahmaninov, Anna Ahmatova.. Bu devleri yetiştiren St.Petersburg, Neva Nehri üzerindeki adalara yayılmış. UNESCO dünya mirası listesinde bulunan kent, “Kuzey’in Venedik’i” olarak da anılıyor.
St. Petersburg 4,7 milyon nüfuslu bir şehir. Baltık denizine dökülen Neva nehrinin deltasında, aslında yerleşime hiç de uygun olmayan bataklık bir alan üzerinde yaratılmış. Bu nedenle, kent kanallar, dereler ve göletlerle dolu. Bir adadan diğerine geçmek için her biri farklı boyut ve stilde 342 köprü yapılmış. Kıyılarında imparatorluğa ve asil Rus ailelerine ait malikanelerin bulunduğu kanallar üzerinde, hayranlık uyandıran köprüler bunlar. Kapsamlı bir kanal turuyla, mutlaka bu güzelliğin keyfini çıkarmak gerekiyor.
St. Petersburg, 1703 yılında kurulmuş. O dönemde Rus İmparatoru olan I. Petro, meraklı, enerjik, öğrenmeyi seven ve yenilikleri uygulamaya geçiren bir kişilik olarak biliniyor. Osmanlılar, bu sıra dışı hükümdara “Deli Petro” adını takmışlar ama, diğer ülkelerde “Büyük Petro” olarak tanınıyor. St. Petersburg kentini kuran ve 1918 yılına kadar Rus İmparatorluğunun başkenti olmasını sağlayan o. Ayrıca, halkı modern giysilerle, kahve ile ve Noel ağacı geleneğiyle de I. Petro tanıştırmış. Baltık Denizi’nin bu büyük liman şehri, Rus kimliğinin çağdaş ve Avrupai yüzü olmuş.
Keşif turu
İstanbul’un kardeş şehri olan St. Petersburg, insanın içini aydınlatan renklere sahip: Beyaz, altın rengi, turkuvaz, ördek sarısı, toprak sarısı, mavi, pastel pembe vs. Baş döndürücü keşif maratonuna Saray Meydanı’ndan başlamak gerek. Bir cephesi Neva nehrine, diğer cephesi ise Meydan’a bakan Ermitaj müzesinin boyutları insanı dehşete düşürüyor. Önünde her zaman uzun kuyrukların oluştuğu, yaklaşık 3 milyon paha biçilmez esere sahip müze dünyanın en büyük, en eski ve dikkat çekici müzelerinden. Barındırdığı tablo sayısıyla Guinness Rekorlar Kitabında ama bu eserlerin ancak bir bölümü sergilenebiliyor. İç mekanı kabartmalar, yaldızlar, oymalarla süslü olan barok yapının Batı Avrupa sanatı koleksiyonu, dünyanın en iyilerinden: Da Vinci, Goya, Matisse, Van Gogh, Picasso, Renoir, Cezanne, Rembrandt, vs. Son dönemde müzenin rutubet ve ziyaretçi akınıyla başı dertte. Söylentiye göre müzenin 50 de kedisi varmış, akşamları el etek çekilince tarih meraklısı farelerle ilgileniyorlarmış!
Biraz ileride Puşkin Müzesi ve Stroganof Sarayı var. Tuz ve kürk tüccarı, sanayici, toprak sahibi ve bürokrat olan Stroganof’lar Rusya’nın en zengin ailesi.
Aşçılarının icat ettiği mantarlı- kremalı biftek, bugün bile ailenin adını taşıyor.
Bütün ünlü yapıların yer aldığı, gezginlerin, yazarların ve şairlerin eserlerinde anlattığı Nevskiy Caddesi, bu peri masalı şehrinin tam orta yerinde, hem alışveriş merkezi, hem de gece hayatının nabzının attığı yer. Hemen yakınında, büyük anılarla dolu. Dostoyevski Müzesi var. Yazar ünlü “Karamazov Kardeşler“ romanını burada kaleme almış. “Suç ve Ceza”yı da hemen yakındaki 7 no’lu binada yazmış. Dostoyevski’nin Petersburg’da kiraladığı yirmiden fazla evin hepsi de iki sokağın birleştiği bir köşede yer alıyor ve penceresinden mutlaka bir kilise görülüyormuş. Ekmek Müzesi de yolunuzun üzerinde. Ama, yorulduysanız, Aleksandr Nevskiy Manastırı bahçelerinde soluk alarak, Çaykovski ve Dostoyevski’nin de mezarlarını görüp yolunuza devam edebilirsiniz.
Şehrin simgelerinden “Bronz Süvari” heykelinin yekpare granit taştan kaidesi 1.500 ton ağırlığında. Şaha kalkmış atıyla Petro, nerdeyse Neva‘nın üzerinden karşı kıyıya atlayacak gibi görünüyor. Şehrin sakinleri Bronz Süvari heykeli yerini koruduğu sürece Leningrad’ın ele geçirilemeyeceğine inanıyorlar. Ağır güzelliği ve debdebesiyle İshak Katedrali ise ziyaretçileri şaşkına uğratıyor. Süslemelerde bakır taşı, lacivert taşı, muhtelif renklerde mermer ve 400 kg. altın kullanılmış. Boyutlarıyla, Avrupa’nın üçüncü büyük katedrali. Ve konser salonu olarak kullanılan mavi-beyaz Smolny Katedrali’nin tepesine 277 basamakla çıkabilirseniz eğer, güzel bir manzara ile karşılaşabilirsiniz. Başlangıçta manastır olan katedral barok stilin başyapıtlarından.
2003’de 300.yaşını dolduran Petersburg’un ilk yapısı Petro ve Pavel Kalesi. Kalenin avlusunda yer alan çok katlı çan kulesinin altın renkli ince külahının üstünde uçan bir melek figürü duruyor. 1736 yılından beri, saat tam 12.00’de kaleden top atılıyor. Bu hiç değişmeyen bir gelenek.
Yazlık saraylar
Şehir merkezinden biraz mesafeli olsa da, mutlaka görülmesi gereken bir de Peterhof var. Rus sanatının ve mimarisinin doruk noktalarından biri olan Peterhof, Çar I.Petro’nun yazlık sarayı olarak inşa edilmiş, çizimi de bizzat Çar tarafından yapılmış. Çeşmelerin, şelalelerin, fıskiyelin ve heykellerin güzelliği ve çeşitliliği, ayrıca muhteşem bahçe düzenlemesi gözleri kamaştırıyor. Peterhof’a “Rus Versailles’ı” da diyenler var. Her yıl Mayıs ayında Fıskiye Şenliklerine evsahipliği yapıyor. Rusya’nın en eski fabrikası Petrodvorets saat fabrikası da burada. 1961’den beri Raketa saatlerini üretiyor.
Şehir merkezinin diğer tarafındaki Puşkin Köyü’nde yer alan Tsarskoye Selo ise, imparatorların yazlık saray ve bahçe kompleksiymiş. Bu yemyeşil alan, Puşkin’in ilk ilhamlarının kaynağı olduğu gibi ünlü Rasputin’in de bir süre gömülü olduğu yer. Buradaki Çar atları mezarlığının ise dünyada başka örneği yok. 120 mermer mezar taşında atların doğum ve ölüm tarihleri, işlevleri ve sahiplerinin adı yazıyor. Mavi cepheli, beyaz sütunlu Katerina Sarayı Rus barok üslubundaki başyapıtlardan biri. Taç salonunda masalsı güzelliğe sahip parke ve aynalı altın varakalı duvarlar, çini kaplamalı sobalar, altın renkli dantelli ahşap yontmalar var. En çarpıcı bölüm Katherina’nın çalışma odası, yani kehribar oda. Duvarları gerçek kehribar üzerine oyulmuş eserlerle süslü. Prusya kralı tarafından I.Petro’ya hediye edilmiş. 6 ton kehribarın kullanıldığı oda, dünyanın sekizinci harikası gibi. Aslında, II.Dünya Savaşında işgalciler tarafından sökülerek, Königsberg şatosuna kaçırılmış ve bir daha da izine rastlanmamış! Daha sonra, fotoğraflardan yola çıkılarak 30 yıllık bir çalışma sonucunda aynısı yeniden yapılmış. Bu arada, Yusupov Sarayı’nı da unutmayalım. Rus aristokrasisinin en zengin ikinci ailesi olan Yusupov’lar, milyonlarca hektar toprağa ve paha biçilmez sanat koleksiyonlarına sahip bir aile. Şehir merkezindeki saray, bugün, eski Rus asillerinin hayat biçimini gösteren bir müze. Saray, ünlü Rasputin’in son yemeğini yediği ve öldürüldüğü yer olarak da ünlü.
Beyaz Geceler Bu sakin şehrin izlemeye doyulmayan ünlü Beyaz Geceleri Mayıs sonu-haziran başı arasında. Güneşin batışı ile doğuşunun kızıllığı kesişiyor. Yaklaşık iki hafta güneş neredeyse hiç batmıyor. Bu süreçte Beyaz Geceler Festivali yapılıyor; müzik-tiyatro gösterileri, havai fişekler, yarışmalar ve geleneksel halk yürüyüşleri eşliğinde.
Bu arada Gogol Sokağı kalp atışlarınızı hızlandırabilir. 13 numarada Çaykovski yaşamış, 10 numarada Gogol, “Taras Bulba” ve “Müfettiş” i yazmış. 23 numarada Dostoyevski, “Beyaz Geceler” ve “Netoçka Nezvanova” yı kaleme almış. “Vals’in Kralı” Johann Strauss’un konser verdiği Pavlovsk’daki park yolu muhteşem. Rudolf Nureyev gibi sanatçılar yetiştirmiş olan Marinski Opera ve Bale Tiyatrosu başka bir ilgi odağı. Marinski Tiyatrosu, Bolşoy’un rakibi de sayılıyor. Bir başka göz kamaştırıcılık ise, Çaykovski’nin cenaze töreninin yapıldığı, granit sütunlarıyla ünlü Kazan Katedrali.
Dmitriy Medvedev ve Vladimir Putin’in de şehri olan St.Petersburg’ta, Puşkin’in, aşkı Natalya uğruna düelloda hayatını kaybetmeden önce son kez uğradığı yerde, Nevskiy caddesi 18 numaradaki Cafe Litteraturnoye’de kahvenizi yudumlamayı da unutmayın lütfen.
BAMBAŞKA BİR DÜNYA
NOVOSİBİRSK
Sibirya’nın en büyük yerleşim merkezi olan Novosibirsk, aynı zamanda Rusya’nın da üçüncü büyük şehri. Doğuşunu Moskova’dan Pasifik kıyısındaki Vladivostok’a kadar uzanan Trans-Sibirya demiryoluna borçlu.
Novosibirsk’in kuruluş tarihi 1893 olarak kabul ediliyor. O yıl, Trans-Sibirya tren hattı için, Obi nehri üzerinde bir köprü yapımına başlanmış. İnşaatın gerektirdiği şantiye binaları, şehrin ilk binaları sayılıyor. 1897 yılında, köprünün inşaatı bitip, demiryolu hattı trafiğe açılınca, civardaki köylüler satmak istedikleri ürünlerini trenle sevkedebilmek için, demiryolu çevresindeki ormanlık alana yerleşmeye başlamışlar. O yıl nüfusu 7000 civarında olan şehrin nüfusu 10 yıl içinde 47000’e ulaşmış. Bugün ise, Novosibirsk’te 1,5 milyon insan yaşıyor. İlk kurulduğunda adı Novonikolayevsk olan kent, bugünkü adını 1926 yılında almış.
Soğuk havada yaşamak
Sibirya’nın güney kesiminde yer almasına rağmen, Novosibirsk’te Sibirya’nın ünlü soğuk iklimi hüküm sürüyor. Özellikle kış aylarında, ortalama -20C olan ve zaman zaman -40C’ye kadar inebilen hava sıcaklığı ve bol kar yağışı, bu tür bir iklime alışık olmayanlara ürkütücü gelebilir. Oysa Novosibirsk’liler, ellerine ve yüzlerine koruyucu kremler sürerek, başlarına kürklü kalpaklar giyerek ve vücutlarını kalın giysilerle güvence altına alarak soğuk hava ile pekala baş edebiliyorlar. Yaz mevsimi ise genelde ılık geçiyor ve sıcaklık 20C-25C arasında oluyor.
Konumu itibariyle aktif bir ulaşım ve ticaret merkezi olan Novosibirsk’in dokusu ne Moskova’ya benziyor, ne de St. Petersburg’a. Novosibirsk sanki geçmişte bir yerlerde asılı kalmış gibi. Şehrin caddelerinde dolaşırken karşınıza çıkan yapılar, ne kadar eskimiş olurlarsa olsunlar, hem Novosibirsk’in puslu görkemini ve mimarideki gözüpekliğini, hem de, fonksiyonellik üzerine kurulu Sovyet yaşam biçimini ve kütlesel sanat anlayışını yansıtıyor.
Dikkat çeken eserler
Örneğin, geniş Karl Marx Bulvarında küçük, ekonomik, beş katlı gri binalar uzanıp gidiyor. 60’lı yıllarda alel acele inşa edilmişler. Kruşçev binaları olarak anılan bu iç karartıcı yapılara 25 yıl ömür biçilmiş ama çoğu hala ayakta. Lenin Meydanı etrafında ise şehrin önemli kültürel ve idari yapıları yükseliyor. Meydandaki Lenin anıtı 6,5 metre yükseklikte, 10 ton ağırlığında ve bronzdan.
Şehrin ana caddesi Krasniy Bulvarı. Novosibirsk Opera ve Bale Tiyatrosu da burada bulunuyor. 1945’de açılan bu tiyatro Rusya’nın en büyüğü ve 2005’teki restorasyonundan sonra, donanımı ile Rusya’nın en gelişmiş sahnesi. Kubbesi 60 metre genişliğinde, 35 metre yüksekliğinde. Büyük salonu ise 1.790 kişi alıyor.
Krasniy bulvarında bir de çocuk hastanesi var. Caddenin taştan yapılmış bu en prestijli binası eskiden Romanov köşküymüş. St Nicolas Kilisesi de aynı caddenin orta kısmında. Aslında bu kilise Sovyet rejimi sırasında yıkılıp yerine Stalin’in şerefine bir anıt dikilmiş, ama Kruşçev döneminde o anıt da yok olmuş! Şehrin kuruluşunun 100.yılında ilk şapelin benzeri yapılmış ve boyutları mümkün olduğunca eskisi ile eş tutulmaya çalışılmış. Zamanla bulunduğu yerin etrafını 20.yy binaları sardığı için kilise bugün, kocaman yapıların arasında oyuncak ev gibi görünüyor.
Krasniy Caddesine bakan ve Maksim Gorki Sokağı boyunca uzanan küçük park ise iç savaş sırasında hayatını kaybeden devrimci kahramanlara ithaf edilmiş. 5 metre yüksekliğindeki bir beton anıtta, kayaların arasından meşale tutan bir el çıkıyor. Bu anıt uzun yıllar şehrin amblemi olmuş.
Sovietskaya Caddesinin başında yer alan ve kentin ilk taş binası olan St Aleksandr Nevskiy Katedrali neo-Bizans tarzında inşa edilmiş. Bu Ortodoks katedrali 1937’de kapatılmış ve önce sinema stüdyosu, sonra da filarmoni orkestrası salonu olarak kullanılmış. 1990’ların başında, onarılmış, duvar freskleri yeniden çizilmiş, eskiden sarı renkli olan kubbe de altın yaldızla kaplanmış olarak yeniden ibadete açılmış.
Novosibirsk’te, değişik mimarisiyle dikkat çeken bir de “Göğe Yükseliş Katedrali” var. Burası önce 1913’te, küçük ve ahşap bir kilise olarak yapılmış, sonra taştan yeniden inşa edilerek katedral olmuş, zamanla eklemeler de yapılmış ve 1988’de Rusya ortodoksluğunun bininci yılında, modern bir stille yenilenmiş.
Gorki ve Kamienskaya caddelerinin kesiştiği köşede ise, Katolik Şapelini görüyoruz. Novosibirsk, katolik kilisesi tarafından Rusya’nın doğu kesiminin idari merkezi sayılıyor ve Piskopos burada ikamet ediyor.
Kamu binaları
Şehrin en önemli yapılarından Novossibirsk Garı, 1896’da ahşaptan yapılan ilk garın yerini almış. Zamanında SSCB’nin en büyük garı imiş. Neo-klasik yapı, yılda 16 milyon yolcu taşımak üzere tasarlanmış. Heybetli binanın ön cephe kapı sundurmasında, kemerli, kabartmalı devasa bir pencere var. İç kısmı ise Stalin dönemini yansıtıyor.
Novosibirsk, bütün Sibirya’da metro ağına sahip tek kent. 1966’da hizmete açılan metronun iki hattı ve 12 istasyonu var. Yılda yaklaşık 60 milyon yolcu taşıyor.
Novossibirsk Devlet Üniversitesi de ülkenin ne iyilerinden. Çok ünlü bilim insanları çalışmış burada. 1958’de, merkezden 30 km uzakta kurulan Akademgorodok bir akademisyenler şehri. SSCB’deki bütün bilim insanlarını hoş bir ortamda biraraya getirmek hedeflenmiş. Lenin Caddesi 11 numarada ise, inanılmaz sevimlilikte bir bina var. Burası, 1913 yılından beri kızlar okulu. Değişik cephesi hemen dikkat çekiyor. Sibirya usulü geleneksel ağaç işi unsurları taşıyan dekoru, biraz da barok-klasik karışımı. Bir başka ilginç yapı ise Globus gençlik tiyatrosu. Uzaktan lomboz biçiminde yuvarlak pencereli bir yelkenli gibi görünüyor. Çatısı çelik kablolarla yapılmış, fuayesi de at nalı şeklinde. Üç katlı Postane binasını da unutmamak gerekiyor. Sütunsuz büyük iç salonları ile göze çarpan yapı eskiden bir tekstil imalathanesiymiş.
TATARİSTAN’IN BAŞKENTİ
KAZAN
Rusya Federasyonu üyesi Tataristan Cumhuriyeti’nin başkenti olan Kazan, tam 1000 yıllık bir şehir. Volga nehri havzasının ortalarında yer alan Kazan, bir kültür şehri olarak tanınıyor. Zaten, kent merkezindeki “Kazan Kremlini” 2000 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine alınmış.
Kazan, Rusya Federasyonunun 8. büyük kenti. Volga, ya da Türkçe adıyla İdil nehri kıyısında yer alan şehirde 1,2 milyon kişi yaşıyor. Bu nüfusun yaklaşık yüzde 52’si Tatarlardan, yüzde 43’ü de Ruslardan oluşuyor. Çuvaşlar, Ukraynalılar ya da Yahudiler gibi küçük grupların toplamı da yaklaşık yüzde 5. Kazan Tatarları genellikle Sünni İslam, Ruslar ise Ortodoks Hristiyan. Kazan Kremlini içinde yan yana bulunan “Kul Şerif Camii” ile “Blagoveşensk Katedrali” adeta bu iki dinin birlikteliğini simgeliyor.
Tataristan Cumhuriyeti
Rusya Federasyonu’nu oluşturan 83 birimden biri olan Tataristan Cumhuriyeti, Volga ve Kama nehirlerinin buluştuğu, Doğu Avrupa ovasında yer alıyor. Yüzölçümü yaklaşık 68.000 km2, nüfusu ise 4 milyon civarında.
Rusya’nın en gelişmiş ekonomik bölgelerinden biri olan Tataristan, hem doğal kaynakları, hem güçlü sanayi tesisleri, hem de yetenekli iş gücü potansiyeli açısından çok zengin. Ekonominin lokomotifleri arasında petrol, doğalgaz ve petrokimya ürünleri önde geliyor. Ülkedeki petrol rezervlerinin hacmi 1 milyar ton olarak hesaplanmış. Yılda 32 milyon ton petrol üretiliyor. Ayrıca, gelişmiş bir otomotiv sanayii, uçak ve helikopter üretimi, çeşitli makineler ve kimyasal maddeler ekonomide önemli yer tutuyor. Tarım alanında da oldukça aktif olan Tataristan’ın 100’e yakın yabancı ülkeyle ticari ilişkileri var. Bu yabancı ülkeler içinde, Türkiye’nin de önemli bir yeri olduğuna dikkat çekelim: Türkiye, Tataristan’ın ticari ortakları arasında ilk sırada bulunuyor. Zaten, Tataristan’da faaliyet gösteren yabancı sermayeli firmalar arasında da, Türk firmaları birinci sırada.
Tataristan sadece ekonomik açıdan değil, kültür açısından da çok zengin ve birikimli bir ülke. Tam 97 müzeye sahip olan Tataristan’da, taş devrinden ortaçağ tarihine kadar çeşitli dönemlerin izlerine rastlamak mümkün olduğu gibi, ilginç mimari eserler, anıtlar, hatta yerleşim alanları ve şehircilik örnekleri de görülebiliyor. Ünlü Tatar şairleri Abdullah Tukay ve Musa Calil, ressam Baki Urmançe ya da bilim adamı Kayyum Nasıri yanında, Puşkin, Tolstoy ya da Gorkiy gibi ünlü Ruslar da Tataristan’dan etkilenip, ilham almışlar.
1000 yıllık başkent
2005 yılında kuruluşunun 1000. yılını kutlayan Kazan, Rusya’nın en güzel kentlerinden biri. Şehir merkezi, “eski Kazan” ya da “Yukarı Kazan” olarak bilinen bölgede. Burada değişik mimari stillerde inşa edilmiş, çok güzel yapılar bir arada görülebiliyor. Modern konaklar ile barok anıtlar iç içe. Ünlü “Kazan Kremlini” de kent merkezinde. Bembeyaz duvarlarıyla antik çağlardan kalmış gibi. Kremlin kompleksi içindeki en önemli mimari eserlerin başında, 16. yüzyılda yapılmış olan “Meryem’e Müjde” (Annunciation) Katedrali geliyor. “Söyembika Minaresi” ise, Kremlinde duvarları beyaz olmayan tek yapı. Ne zaman inşa edildiği belli olmayan bu esrarengiz kule, aslında bir mescit. Adını bir zamanlar Kazan kraliçesi olan Söyembika’dan aldığı söyleniyor. Kremlin’de bir de “Kul Şerif” camii dikkatleri çekiyor. 16. yüzyılda inşa edilmiş olan bu 4 minareli cami, Rusya’daki, hatta Avrupa’daki en büyük cami olarak biliniyor.
Eskiden beri ünlü bir ticaret merkezi olan Yukarı Kazan’da Rusya’nın her yerinden gelmiş ürünler bulabilirsiniz. Ancak, şehrin bu kesimindeki mimari yapılaşmada, Tatar değil, Rus özellikleri ağır basıyor. Örneğin, bir çok ünlü isim yetiştirmiş olan Kazan Üniversitesi’nin 19. yüzyıl başlarında yapılmış olan ana binası, Moskova’daki benzerlerinden farksız. Üniversitenin tam karşısında ise, süslemeli cephesi ve köşe balkonlarıyla hemen dikkatleri çeken “Ulusal Kütüphane” yer alıyor. 1908 tarihli olan Kütüphane’de tam 2 milyon kitap varmış. Aslında, bu Kütüphane biraz da müze gibi: Puşkin’in “Yevgeni Onegin” adlı eserinin, ya da büyük Tatar şairi Abdullah Tukay’ın eserlerinin ilk baskıları burada sergileniyor. Meydanın kenar bölümünde yer alan “Tataristan Bilimler Akademisi” binası ise, 1880’de “Kseninskaya Kız Lisesi” olarak inşa edilmiş.
Şimdiki adı “Özgürlük Meydanı” olan, eski “Tiyatro Meydanı”nda ise, Kazan’ın ünlü “Musa Calil Opera ve Bale Tiyatrosu” var. Dünyaca ünlü Kazan’lı opera sanatçısı, bas Fyodor Şalyapin burada söylermiş. Şimdi her yıl Uluslararası Şalyapin Festivali çerçevesinde anılıyor. Şehir merkezinde, hemen göze çarpan bir çok Ortodoks kilisesi ve manastırı da var. Ama, 18. yüzyılda inşa edilmiş olan “Petro ve Pavlo Katedrali”, etkileyici boyutları, parlak renkleri ve 45 metrelik çan kulesiyle daha bir farklı görünüyor.
Aşağı Kazan
Kaban gölü kıyısına ve Bulak kanalının her iki yakasına yayılmış olan Aşağı Kazan ise, Tatar özelliklerini daha yoğun yansıtan bir bölge. Kaban gölü, her zaman Kazan’a hayat vermiş. Eskiden, suyu içme suyu olarak bile kullanılırmış. Şimdi, sadece deri ve sabun fabrikalarının ihtiyaçları için kullanılıyor.
Eskiden beri Tatarların yerleştiği mahalle, geniş Tataristan Caddesine yakın, “Mercani Camii ve Medresesi” nin bulunduğu Evangeliskaya Meydanında başlıyor. Tataristan Caddesi üzerindeki binalarda da Tatar mimarisinden ve süsleme sanatından örnekler görülebilir. Az ilerde ise, Senaya Camii ve “Magarif” (Maarif) Basımevi var. Basımevinin üst katı genç öğrencilere yurt olarak tahsis edilmiş ve bir çok ünlü gençliğinde burada yaşamış. Şehirde, ayrıca Muhammediye Medresesi, Galeev Camii, Tatar Öğretmen Okulu, Kızıl Cami ya da Eskitaş Camii gibi pek çok islami eser daha var. Ama, 1887’de yapılan Azimov Camii, 51 m’lik minaresi ve mükemmel çizgileriyle çok zarif görünüyor ve Kazan’a başka bir güzellik katıyor.
İSTİKRARA KAVUŞAN
BİR EKONOMİ
Rusya Federasyonu, ekonomik açıdan dünyanın en güçlü 10 ülkesinden biri olarak niteleniyor. Satın alma gücü açısından da 7. sırada. Hem endüstri, hem de tarım alanında güçlü kozlara sahip olan Rusya’nın dış ticaret partnerleri arasında Türkiye de önemli bir yer tutuyor.
Rusya, hem çok zengin doğal kaynaklara, hem yer altı zenginliklerine dayalı güçlü bir sanayi sektörüne, hem devasa tarım alanlarına ve hem de eğitimli bir iş gücü potansiyeline sahip. Bu unsurlar onu dünyanın en önemli ekonomilerinden biri yapıyor. Oysa, Rusya için Sovyet dönemindeki merkezî planlamaya dayanan ekonomik sistemden modern serbest pazar ekonomisine geçiş hiç de kolay olmamış, 1990’lı yıllarda, yüksek enflasyon ya da gelir dağılımında eşitsizlik gibi ekonomik sorunların yanında halkın hoşnutsuzluğu gibi toplumsal çalkantılar da yaşanmıştı. Ama, 2000 yılından itibaren ülke ekonomisinde istikrarın sağlanmaya başladığı görüldü. Öyle ki, 2000-2008 yıllarını kapsayan dönemde her yıl ortalama yüzde 7 büyüme sağlandı. Bu istikrarlı gidiş, 2008’de dünyayı kasıp kavuran Global Kriz nedeniyle bir duraklama dönemi geçirmiş olsa da, yeniden toparlanıyor. Başbakan Putin, Mayıs 2010’da yaptığı bir konuşmada, 2010 yılında yüzde 3,5-4’lük bir büyüme beklendiğini, 2008 öncesindeki büyüme hızına ise 2-3 yıl içinde yeniden ulaşılacağını belirtiyordu.
Doğal kaynaklar ve endüstri
Rus ekonomisine, yeraltı zenginliklerini işlemek üzerine kurulu bir endüstri damgasını vuruyor. Doğalgaz, petrol, kömür ve çeşitli madenler konusunda çok zengin kaynaklara sahip olan Rusya dünyanın 1 numaralı doğal gaz üreticisi ve ihracatçısı. Petrol üretimi ve ihracatında 2 numara, kömürde ise 6. sırada. Ayrıca, dünyadaki platin, uranyum, titanyum, altın, gümüş, volfram ve elmas rezervlerinin çok büyük bir bölümü de Rusya’da. Ülke, nikel, alüminyum, bakır, demir, kurşun, çinko, molibden ve kobalt üretiminde de ön sıralarda yer alıyor. Bütün bu doğal kaynakların yanında, Sovyet geçmişi Rusya’ya güçlü bir ağır metalürji endüstrisi miras bırakmış. Bu da ülkenin hem enerji sektöründe, hem de havacılık, silah ya da uzay endüstrisi gibi ağır ve yüksek teknoloji gerektiren sanayi alanlarında önde gelmesini sağlıyor. Örneğin, silah sanayi alanında ABD’den sonra 2. durumda olan Rusya, bilgiişlem alanında da, Hindistan ve Çin’in ardından 3. sırada bulunuyor.
Tarım ve Dış Ticaret
Rusya’da devasa bir alana yayılan ve Sovyet döneminde kolektif bir yapıya sahip olan tarım sektörü oldukça güçlü. Ülke, dünyada arpa, çilek ve frenküzümü üretiminde 1 numara. Ayrıca, önemli bir pancar, buğday ve patates üreticisi. Domuz ve kümes hayvanı besiciliği de çok yaygın. Bunun yanında, Rusya, dünyanın en büyük balıkçılık ülkelerinden biri. Hem açık deniz balıkçılığı, hem kültür balıkçılığı ve hem de akarsularda ve göllerde yapılan tatlı su balıkçılığı sanayi boyutunda.
Rusya’nın dış ticaretinde petrolün ve doğalgazın çok büyük bir yeri var. İhracatın yüzde 60’ı aşkın bölümü enerjiye dayanıyor. Ardından çeşitli madenler, motorlar, araç-gereçler ve kimyasal ürünler geliyor. Rusya açısından önemli bir başka kazanç kaynağı da savunma sanayii. Rusya Federasyonu’nun BDT dışındaki önde gelen dış ticaret partnerleri Almanya, Hollanda, İtalya, Çin, ABD, Türkiye ve Finlandiya. İthalatta ise önce metaller, sonra motorlar, hafif sanayi ürünleri ve gıda maddeleri geliyor.
Bugün, Rus ekonomisinin yeniden istikrara kavuştuğu ve 2008 global krizinin izlerinin silinmeye başladığı söylenebilir. Yeni düzenlemelerle Bankacılık sektöründe iyileşme sağlanmış bulunuyor. Sahip olduğu döviz rezervi bakımından dünya üçüncüsü olan Rusya, dış borç ödemelerini de zamanında yapıyor. Büyük çaplı projeleri devreye sokmak için gereken mali kaynaklar hazır, ve dış yatırımların arttırılması doğrultusunda yabancı sermayenin güveni de kazanılmış durumda.
UZAY MACERASI
İnsanlık tarihinin uzay macerasındaki iki baş aktörden biri olan Rusya’nın bugünkü uzay çalışmaları bu alanda birçok “ilk”e imza atmış olan SSCB’den kalan değerli bir miras.
Rusya’nın uzay çalışmaları, 1930 yılında, yani SSCB döneminde başlamış, ama konunun dünya gündemine oturması 1957 yılında gerçekleşmişti. O yıl, ilk kez uzaya bir füze fırlatılmış ve dikey bir çıkış yapan “Sputnik- 1” füzesi uzayda bir “U” dönüşü yaparak tekrar dünyaya inmişti. Daha sonra, kısa aralıklarla uzaya çıkış faaliyetleri sürdürüldü ve tüm dünya kamuoyu bu alanda peşpeşe “ilk”ler yaşandığına tanık oldu.
“İlk”ler
Uzaya ilk fırlatılan “Sputnik- 1”in ardından, aynı yıl, bu kez uzaya ilk canlı gönderildi. “Sputnik-2” füzesi ile uzaya gönderilen “Layka” isimli köpek yolculuk sırasında öldü ama, bir kahraman olarak tarihe geçmeyi de başarmış oldu. Daha sonra, 1960 yılında “Sputnik-5” ile uzaya gönderilen “Belka” ve “Strelka” adlı köpekler ise sağ salim dünyaya dönebildiler.
1959 yılında, Ay’a gönderilen ilk insansız araç olan “Luna- 2” fırlatıldı. Bunu, 1960’da Mars’a gönderilen ilk insansız araç “Marsnik-1” ve 1961’de Venüs’e gönderilen “Venera-1” izledi.
Ama, dünya asıl heyecanı, 1961’de ilk insanın uzaya gönderilmesiyle yaşayacaktı. İnsanlık tarihine öncü bir kahraman olarak adını yazdıran Yuri Gagarin, o yıl “Vostok-1” füzesi ile uzaya çıkmış, dünyanın yörüngesinde bir tur attıktan sonra başarılı bir dönüş yapmıştı. Aynı yıl, German Titov, “Vostok-2” ile uzayda 24 saatten fazla kalan ilk insan oldu. 1962 yılında ise, “Vostok-3” ve “Vostok-4” bir gün arayla uzaya çıktılar ve aynı anda uzayda seyreden ilk uydular oldular. Kozmonot Andrian Nikolayev ve Kozmonot Pavel Popoviç, uzayda birbirleriyle ilk telsiz bağlantısını gerçekleştirdiler.
Uzaya giden ilk kadın ise, 1963 yılında “Vostok-6” ile gönderilen Valentina Tereşkova oldu. Tereşkova, aynı zamanda uzaya giden ilk sivil. Aynı yıl meslekdaşı Andrian Nikolayev ile evlendi ve kızları Yelena, hem annesi, hem de babası uzaya gitmiş olan ilk insan ünvanını kazandı.
Aynı uzay aracında ilk kez 1’den fazla kişiyle uzaya gidenler yine Ruslar oldu. 1965 yılında, “Voskhod-2” ile uzaya giden ekipten Aleksey Leonov ilk uzay yürüyüşünü gerçekleştirdi. 1966’da ise, insansız uzay aracı “Luna-9” Ay’a yumuşak imiş yapan ve oradan dünyaya bilgi aktaran ilk uydu oldu.
Uzay konusunda Rusların ilk’leri bitmek bilmiyor. İnsansız “Kozmos-184” ve “Kozmos-186” uzayda ilk kez birbirleri ile kenetlendiler. “Soyuz-4” ile “Soyuz-5”in mürettebatı ilk kez uzayda yer değiştirdi. “Venere-9” Venüs’ten ilk fotoğrafları gönderdi. Kozmonot Svetlana Savitskaya uzayda yürüyen ilk kadın oldu. İlk kalıcı uzay istasyonu olan “Mir” 1986’dan 2001’e kadar görev yaptı. Ve daha bir çok ilk…
…ve bugün
Yüksek maliyetler nedeniyle, bugün artık uzay çalışmaları çok uluslu bir biçimde sürdürülüyor. Rus uzay politikası, telekomünikasyon uyduları fırlatma ve yer gözlem uydularının geliştirilmesine yönelmiş. 1992 yılında kurulan “Roscosmos” ise, yeni nesil fırlatıcılar yapma peşinde. Bir yandan da başta NASA olmak üzere, diğer ülkelerle ortak çalışmalar sürüyor. Günümüzün en önemli çok uluslu uzay çalışması ise, kısaca UUİ diye anılan “Uluslararası Uzay İstasyonu” projesi.
UUİ, yerden 350 km yükseklikte, saatte 27700 km hızla dönen ve dünyadan çıplak gözle görülebilen dev bir araştırma merkezi. 1998 yılında başlayan inşaatı 2011’de bitecek. Proje, ROSCOSMOS, NASA, Japon Uzay Ajansı, Kanada Uzay Ajansı ve Avrupa Uzay Ajansı ortaklığında yürütülüyor. İstasyon uzay turistlerini de ağırlıyor. 61 yaşındaki ilk turist Dennis Tito’yu taşıyan Soyuz uzay aracı, Baykonur Uzay Üssü’nden 2001’de fırlatılmış ve Tito, altı gün süren bu macera için 20 milyon dolar ödemişti. Halen, içinde 3’ü Rus, 3’ü de Amerikalı, 6 kişilik bir mürettebat bulunan UUİ’nin 2020 yılına kadar verimli bir biçimde kullanılacağı hesaplanıyor.
RUSYA’NIN SESSİZ VE VAHŞİ YANI
KUTUP BÖLGESİNDE
YAŞAM
Kuzey Buz Denizi, Kuzey Kutbunu çevreleyen, 2-3 metre kalınlıktaki buzlarla kaplı sığ bir okyanus. Doğal vahşiliğiyle el değmemiş bir başka dünya burası. Ve haliyle, buradaki insanlar bambaşka bir yaşam sürdürüyorlar.
Rusya’nın kuzey kıyıları genellikle buzlarla kaplı. Bu nedenle, bazen karanın nerede bitip, okyanusun nerede başladığını tahmin etmek bile zor.
Bölgenin kış mevsimindeki ortalama sıcaklığı -34 derece. Yazın ısı yükselse de, örneğin Haziran ayında kar yağışına rastlanabilir. Rus kutup bölgesinde 5 milyondan fazla insan yaşıyor. Ruslar uzay turizminden sonra kutup turizmini de başlatmışlar. Oldukça pahalı, ama buzkıran gemisi ile yapılan bu turlarda sürprizler ve kalp çarpıntıları garanti!
Kutup bölgesinde iklim ve bitki örtüsü, bölgelere göre büyük değişiklik gösteriyor. Sibirya’nın kuzeyi tundralarla kaplı, yani ağaçsız ovalar ya da kutup bozkırı. Tundralar yılın dörtte üçünden uzun bir süre karla örtülü. Bölgenin daha güney kısmı ise,ladin, çam ve huş ağaçlarından oluşan sık taygalardan yani bataklık ormanlarından ibaret. Zemin 600m derinliğe kadar donmuş durumda ve yazın ancak belli bir seviyeye kadar çözülüyor.
Buralarda değişik etnik gruplar yaşıyor: Yuitler, Komiler, Nenetsler, Yakutlar, Mansiler, Evenler, Koryaklar gibi. Nüfusu 100 binin üzerine çıkan şehirler de mevcut. İklim şartlarından ötürü karayolu hem az, hem de her zaman geçit vermiyor. Bu nedenle, ulaşım küçük uçaklarla yapılıyor. Tarımın mümkün olmadığı bu alanlarda, halk geçimini denizden sağlıyor ya da avcılık ve ren geyiği besiciliği yapıyor. Maden yatakları ve doğal kaynakların varlığı da, kaçınılmaz olarak ekonomik ve sosyal hayatta değişimlere yol açıyor.
Geyik Çobanları
Sibirya’nın geyik çobanları olan Evenler moda dünyasının hayli uzağında yaşıyorlar. Battaniyeden yapılmış pantolon, porsuk derisinden yelek ve eldiven, geyik derisinden palto, keçe çorap, çift kat geyik derisinden çizme; yani sıcaklık kaç dereceye düşerse düşsün üşümek imkansız.. Yazın bataklığa dönüşen tundra, kışın buz kesiyor. Kuş uçmaz kervan geçmez topraklarda geyikle çekilen kızaklar dar bir alanda ulaşımı sağlıyor. Belirli zamanlarda uğrayan, buz kaplı gölleri pist olarak kullanan, genellikle kargo ve mektup taşıyan, gece motorları donmasın diye kalın bezlerle sarılan ve binmesi yürek isteyen uçaklar var. Sadece yabani hayvanların barındığı insansız dağlar, kış uykusundan uyandıkları zaman aç ve huysuz olan ayılar, etleri çok leziz yaban koyunları, sürekli beyaz gördüğü için yorulan gözler, soğuktan kavrulan tenler; kısacası sanki çölün diğer adı tundra..
Yuitler ya da İnuitler ise Doğu Sibirya’da yaşayan bir halk. Eskiden yazın hayvan derilerinden yapılmış çadırlarda, kışın da iglu denen buz evlerde yaşıyorlarmış. Ulaşım için köpeklerin çektiği kızaklar, “kayak“ denilen kayıklar ya da ağaç ve deriden botlar kullanıyorlarmış. Şimdi motorlu taşıtlar var tabii. Anlamı “ev” olan iglu, sıkıştırılmış çok sert kardan tuğlalarla örülen bir yapı. Tuğla aralarındaki boşluk ve çatlaklar hem içeriden hem dışarıdan karla iyice kapatılıyor. Giriş biraz uzakta, emekleyerek küçük bir tünelle eve ulaşılıyor. İglu’nun içinde uyumak ve oturmak için sedirler var; onlar da kar tuğladan. Üzerleri taş ve çalıyla kaplanarak hayvan postu seriliyor. Duvarların iç ve dış yüzeyinde sıcaklık değişimlerine bağlı olarak sürekli bir erime-hemen ardından donma olayı yaşanıyor. Çok kısa bir zaman içinde ev, en sert fırtınalara, hatta üzerinde dolaşacak vahşi hayvanların ağırlığına bile dayanacak kadar sağlamlaşmış oluyor. Bu evlerde iç sıcaklık 4 dereceden 16-17 dereceye kadar çıkabiliyor. Yaz geldiğinde iglular erimeye bırakılıyor.
Bir başka etnik grup olan Nenetsler de, şamanist ve animist göçebe bir halk. Aynı yerde bir hafta bile kalmıyorlar. “Tundra prensleri” olarak anılan Nenetsler’in bir bölümü, doğal yaşam biçimlerini terketmek zorunda kalmış ama, bir kısmı da tundralarda özgür yaşamlarını sürdürmeyi seçmiş. Bunlar kendi geyik sürülerine ve çoban köpeklerine sahipler. 10-15 çadır öbeğinden oluşan bir düzen içinde yaşıyorlar. Her öbekte aynı aileden 15- 20 kişinin yaşadığı 5-6 çadır oluyor. Çum adı verilen bu çadırlar konik ve geyik derisinden, zemin tahta döşeme ve o da geyik derisi ile kaplı. Elbiseleri, ayakkabıları, çizmeleri yine geyik derisinden. Temel gıdaları da ren geyiği eti; kurutulmuş, dondurulmuş, haşlama ya da kızartma şeklinde tüketiyorlar. Sakatat ise favorileri. Hayatlarına mutfak eşyaları, tüfek ve prefabrik çadırlar da girmeye başlamış. Malitsa denen özel giysileri var. Bu zorlu yaşam biçimi ve bu küçük gruplar yakın bir gelecekte kaybolacak gibi görünüyor.
Kutup Ayısı ve Fok
Bölgenin simgesi olan kutup ayısı karlı kıyılarda ve buzullar üzerinde yaşıyor. Kalın kürkü ile soğuktan korunan, beyaz görünümüyle kolayca kamufle olan süper yırtıcı bir hayvan. Karada, denizde, buzda rahatlıkla avlanabiliyor ve vaktinin çoğunu fok avlamakla geçiriyor. Kutup ayısının boyu 2,6 metreye, ağırlığı 900 kiloya erişebiliyor. Yaşam süresi de 30 yılı aşabiliyor.
Kutup bölgesinin karakteristik diğer hayvanı fok, iri kara gözlü, sempatik, etçil bir memeli; sayıları milyonları buluyor. Doğum zamanı yavrular buz yüzeyinde dünyaya geliyor. Hem denizde hem karada yaşayan foklar, akciğerleriyle nefes alıyor. Burun deliklerini sıkıca kapayarak su altında 40 dakika kalabiliyorlar. Küçük balık ve deniz yumuşakçalarıyla beslenen fokların en büyük düşmanı kutup ayısı ve avcılar.
RUS EDEBİYATI
DEV YAZARLAR
Rusya, sanatın her alanında dünyanın en muhteşem ürünlerini yetiştirmiş bir ülke. Özellikle edebiyat alanında eser vermiş dev yazarlar dünya kültürüne de damgalarını vurmuşlar ve kendilerinden sonraki kuşakları derinden etkilemişler.
Rusya’da kültürel ilk hareketlenme ve Batı’ya açılım, Büyük Petro döneminde yaşanmış. Dünya ölçeğinde biraz geç kalan ama sonradan bu açığı ziyadesiyle kapatan Rusya’nın büyük yazarları, 19.yüzyılda, önce şiir ve tiyatro yoluyla romantizm penceresinden girmişler içeri. Onu altın çağıyla roman geleneği takip etmiş. 20.yüzyılda yeni bir atılımla sembolist, fütürist ve akmeist akımlar gelmiş, ama bu kez Sovyet engeline takılmış edebiyat.
Dev’ler
Rus edebiyatının dünyaca ünlü dev yazarlarından bazılarını burada hem hatırlayalım, hem de saygıyla analım:
Aleksandr PUŞKİN, 1799’da doğmuş, 1837’de, yani henüz 38 yaşındayken ölmüş. Gündelik hayatı, olduğu gibi, canlı ve kıvrak anlatan ilk şair olarak ün yapmış. Aşk serüvenleri yaşamının ayrılmaz parçası olmuş. “Yüzbaşının Kızı”, “Maça Kızı” ve “Bahçesaray Çeşmesi”nin yaratıcısı. Eşi Natalya ile fazlaca ilgilenen bir Fransız baronla yaptığı düelloda ölmüş. Düelloda kullanacağı silahı satın almak için gümüşlerini sattığı söyleniyor. Öldüğünde en büyük Rus şairi olarak biliniyormuş.
Nikolay GOGOL, 1809’da doğmuş. Sıradan insanların yaşadığı acıları, haksızlığı ve yoksulluğu okuyucuyu sarsacak bir ustalıkla gözler önüne sermesiyle ün yapmış. “Bir delinin hatıra defteri”, “Müfettiş” ve “Ölü Canlar” en tanınan eserleri. Ölü Canlar, Çarlık Rusyası’nın çürümüşlüğünü gözler önüne serdiği için başarıyı ve skandalı birlikte getirmiş. Gogol’u Rus insanını aşağılamakla ve halka ihanetle suçlamışlar. O da, Ölü Canlar’ın ikinci bölümünü imha etmiş ve 10 gün sonra da ölmüş. Öldüğünde 53 yaşındaymış.
“Suç ve Ceza”, “Budala”, ve “Karamazof Kardeşler” gibi başyapıtların yazarı olan Fyodor DOSTOYEVSKİ ise 1821 doğumlu. Rus Edebiyatını doruk noktasına çıkaran eserlerinde, acı çeken suçlu insanların psikolojisini harikulade yansıtmış. Bir ara çarlık muhalifleriyle işbirliği suçlamasıyla ölüme mahkum olmuş, ama cezası sürgüne dönüşmüş. Sara nöbetleri ve kumar bağımlılığı yüzünden maddi açıdan hep darlık içinde yaşamış. En iyi eserlerini sara nöbetleri şiddetlendiğinde yazdığı söyleniyor. 1881 yılında ölen Dostoyevski’nin romanları, o yıllarda çok ses çıkarmış dünyada.
Rus edebiyatının belki de doruk noktasında bulunan Lev TOLSTOY 1828-1910 yılları arasında yaşamış. O, “Savaş ve Barış”ı, “Anna Karenina”yı ve “Diriliş”i yazan adam. Çocukken kendini çirkin, beceriksiz ve çekingen buluyormuş. Belki de bu nedenle, kaderinin yazarlık olduğuna inanmış. Sofya Behrs ile evliliğinden 12 çocuğu olmuş. Aristokrat bir aileden gelmesine rağmen, her türlü iktidarı reddetmiş. Bütün topraklarını köylülere dağıtmış, onlar gibi yaşamaya başlamış. Kaba saba giyiniyor, elbiselerini kendisi dikiyormuş. Savaş karşıtı, unvan ve lüksten sıkılan, cinsellik, kumar ve alkole düşkün, yalnızlığı seven, sık sık moral çöküntüleri yaşayan biri Tolsoy. Söylentiye göre karısıyla didişip durduğu bir gün küsüp çıkmış evden. İstanbul’a gitmeye karar vermiş. Ancak tren istasyonunda fenalaşmış ve geceyi görevlilerden birinin evinde geçirmiş. Ertesi gün de hayata gözlerini yummuş.
1860’da doğan Anton ÇEHOV ise, eserlerinde incinmiş çocukları ve ayakta kalmaya çalışan küçük insanları anlatmış. İnsan psikolojisinin derinliklerini, çaresizliği ve umutsuzluğu çok iyi yansıtmış. En ünlü eserleri arasında “6. Koğuş”, “Martı”, “Vanya Dayı” ve “Vişne Bahçesi” var. Ölüm döşeğinde kendisine oksijen verilmesini reddederek şampanya istemiş. İçtikten sonra da, “Uzun zamandır şampanya içmemiştim” demiş ve mutluluk içinde ölüm uykusuna dalmış.
Maksim GORKİ (1868- 1936) de 8 yaşında atıldığı çalışma hayatına terzilik, bekçilik, liman işçiliği gibi işler yaparak başlamış. Güçlü betimlemeleri ile keskin bir gözlemci olan yazar, sosyalist düzene geçiş sürecini ve toplumdan dışlanmış küçük insanları anlatmış. En tanınmış eserleri, “Ana”, “Çocukluğum”, “Halk Düşmanı” ve “Benim Üniversitelerim”. Gorki, aslında onun takma adı ve “acı” anlamına geliyor. Doğum yeri olan Tverskaya şehrine sonradan Gorki ismi verilmiş. Mezarı halen Kremlin’de bulunuyor.
Anna AHMATOVA (1889- 1966) ise “Neva kraliçesi” ve Akmeist ekolün peri kızı olarak tanınıyor. İlk eşi ünlü şair Nikolay Gumilyov karşı-devrimcilik suçundan kurşuna dizilmiş. Üçüncü eşi sanat tarihçisi Punin de Gulag kamplarında ölmüş. Aslında, Pasternak da dahil olmak üzere, o zamanki şairlerin çoğu Ahmatova’ya aşıkmış. Stalinizmin gölgesinde yaşamanın sıkıntılarını tema alan şiirleri çok tutulmuş. Stalin terörü üzerine baş yapıtı “Requiem” onu direncin sembolü yapmış.
Boris PASTERNAK (1890- 1960) da, bugünden değil de geçmişten bahsettiği için, yazı stili sosyalist değil de şiirsel olduğu için suçlanmış! Oysa, bütün eserlerinde doğa tutkusu ve aşk var. Sembolizmin ve fütürizmin uzağında, özgün bir ses olmuş. “Doktor Jivago”nun, 1958’de ona Nobel ödülü kazandırdığı hala hafızalardan silinmiş değil.
1893 yılında doğan Vladimir MAYAKOVSKİ, burjuva göreneklerine meydan okuyan, kiliseye karşı öfke dolu ve sarsıcı şiirler yazan bir “Devrim Şairi”. Aslında ressam olmak istiyormuş ama karşısına Gorki çıkmış. Marksizmden büyülenen bu fütürist şair için şiir ve politika bölünmez bir bütün. Halk dilini kullanarak Rus şiirinde yeni bir dönem açmış. En güzel şiirlerini adadığı Lili Brik ile büyük bir aşk yaşamış. (Aragon’un meşhur Elsa’sı, Lili’nin kardeşi). Hayat dolu olmasına rağmen, 1930’da, yani 37 yaşındayken intihar etmiş.
20. yüzyılın dünyaca ünlü Rus yazarı Aleksandr SOLJENİTSİN (1918-2008) ise, Stalin’i eleştirdiği için yıllarını sürgünde geçirmiş. Hapishaneleri ve çalışma kamplarını eleştiren yazar, romanlarında ülkesini küçük düşürmekle suçlanmış. 1970’de Nobel edebiyat ödülü alan Soljenitsin’in, “Gulag Takımadaları” adlı eseri gizlice Batı’ya gönderilerek yayınlanmış ve anti- Sovyet propagandalarda da kullanılmış. Bu yüzden vatan haini olduğu gerekçesiyle sınır dışı edilen yazar ABD’ye yerleşmiş. Daha sonra, Gorbaçov, yazarın sürgün kararını kaldırtmış ve Soljenitsin 1994’te ailesi ile birlikte Rusya’ya geri dönmüş. 2007’de Putin’den Devlet Onur Ödülü alan yazar, ertesi yıl kalp yetmezliğinden ölmüş. Bugün, Sovyet rejimine direnişin simgesi sayılıyor.
HAYATA DÖKÜLEN NOTALAR
MÜZİK ve DANS
Geniş bir alana yayılmış olması ve bir çok halkın birlikteliği, Rusya müziğine büyük bir çeşitlilik, farklı stiller ve renkli etkiler getiriyor. Rus kimliğinin simgesi olarak kabul edilen bütün bu müzikler, her zaman özellikle korunmuş ve kültürel alanda hep öne çıkarılmış.
Eğlenceli ve şakacı “Kalinka”, aşkı dillendiren “Korobeiniki” ya da asla eskimeyen “Kara Gözler”. Bu melodileri dinleyip etkilenmemiş olan var mıdır? Ya da Rimski-Korsakov’un Binbir Gece Masallarından esinlenmiş ünlü Şehrazad Senfonisini, Rahmaninov’un Piano Konçertosunu veya Çaykovski’nin Kuğu Gölü balesini ve Bolşoy Bale Tiyatrosunun muhteşem performanslarını…
Rusya’da müzik ve dans en üst düzeyde yapılan bir sanat dalı, ve bu alanda halk ezgileri ile klasik müzik birbirini etkileyip, olağanüstü eserlerin doğmasını sağlıyor. Rusların, volinka, balalayka, lira, dombra, kantele ya da dohol gibi kendilerine özgü çok değişik enstrümanları da var.
Ülkede, halk müziği dışındaki ilk çıkış dini müzikte olmuş. Ardından, Batı müziği ile tanışılmış ve uluslararası düzeydeki eserleriyle dünyayı sarsan Rus besteciler ortaya çıkmış.
Klasik müziğin yıldızları
Örneğin, Pyotr Çaykovski. Bugün dünyanın en çok dinlenen müzisyeni olduğu söyleniyor. Rus senfonik müziğinin, “Yevgeni Onegin” ve “Maça Kızı” operalarının, “Kuğu Gölü”, “Uyuyan Güzel”, “Fındıkkıran” balelerinin yaratıcısı. “5.Senfoni”si ilk çalınışından beri popülaritesini hiç kaybetmemiş. Aşırı hassas, çağdaşlarından daha Batılı, harikulade bir şef, melodi duyusu da mükemmel biri olarak niteleniyor. Büyük hayranı, soylu ve zengin Nadejda von Meck, yıllarca parasal olarak destek olmuş sanatçıya. Petersburg’ta, kimi yorumlara göre koleradan ölmüş. Kimileri de intihar ettiğini düşünmüş. Cenaze töreni Kazan katedralinde yapılmış.
Sergey Rahmaninov da 20.yüzyılın en büyük bestecilerinden. Müthiş yeteneği ve üretim hızıyla tutku ve hüzünle dolu romantik eserler çıkarmış ortaya. Bestelerinde Ortodoks şarkıların, kilise çanlarının ve Çaykovski’nin izleri var. En çok 2 ve 3 no’lu piyano konçertoları ve Ölüler Adası senfonisiyle tanınıyor. Amerika ve Avrupa’da pek çok konser vermiş. ABD’de akciğer kanserinden ölmüş. Süper bir hafızaya sahip olduğu, bir kere dinlediği müziği hiç unutmadığı, bir kere çaldığı parçayı yıllar sonra aynen yeniden çaldığı anlatılıyor.
Nikolay Rimski-Korsakov ise 19.yüzyıl ikinci yarısının en büyük bestecilerinden. Çalışkan, alçakgönüllü, kendini yenileyen, özeleştiri yapmayı bilen, müzikte abartıdan hoşlanmayan, müthiş yetenekli biri. Çok ünlü öğrenciler yetiştirmiş. En bilinen eseri Binbir Gece Masalları‘ ndan esinlendiği Şehrazad senfonisi, inanılmaz bir başarı yakalamış. Folklor ve masallara dayalı temalar kullanan sanatçı, dünyanın birçok yerini dolaşmış.
Gelgitlerle dolu, bunaltıcı bir hayat süren, inanılmaz üretken Dmitri Şostakoviç ise, bazen beğenilmiş ve takdir görmüş, bazen de halktan kopmak ve burjuva zevkine hizmet etmekle suçlanıp, aşağılanmış. O da, sonunda iki tür beste yapmaya başlamış: rejime hoş görünecek eserler ve kendi iç dünyasının ürünü olanlar. Şostakovç’in iki senfonisinin ayrı bir yeri var: Coşkulu ritmi ile hemen farkedilen 5.senfonisinin son bölümü, bugün pek çok vesileyle hala kullanılıyor. 7.senfoniyi yazmaya ise Petersburg’ta kuşatma sırasında başlamış, tahliye edildiği Kuybişev’de bitirmiş. Kuşatma sürerken, bütün risklerine rağmen radyodan canlı olarak bütün ülkeye yayınlanmış. Senfoni bu nedenle, direnişin ve Rus kültürünün simgesi sayılıyor.
Rus müziğinin Puşkin’i sayılan Mihail Glinka ise; ilk Rus operası olan “Çar Uğruna Bir Hayat”ı yazmış. Rusya Federasyonu’nun 1991–2000 arasında ulusal marş olarak kullandığı Vatan şarkısının da bestecisi. Kimyager ve doktor Aleksandr Borodin de, ünlü Prens İgor operasının bestecisi. Liszt’e ithaf ettiği senfonik eseri “Orta Asya Steplerinde” ile de müthiş bir başarı yakalamış.
Kızıl Ordu Korosu
Rus müziğinde, Kızıl Ordu Korosu’nun özel bir yeri var. 1928’de 12 sanatçı asker ile yola düşen, zamanla orkestranın ve dans grubunun eklendiği koro, öncelikle askerlere moral vermeyi ve onları kaliteli müzikle tanıştırmayı hedeflemiş. İlk resmi gösterilerini ülkenin en doğusunda demiryolu inşaatında çalışan askerleri ziyaret ederek yapmışlar. 1930’larda müzisyenlerin sayısı 300 kişiye ulaşmış. Halk şarkılarından dini müziklere, aryalardan popüler müziğe dek geniş bir yelpazede, cephelerde ve hastahanelerde binlerce kez konser vermişler. En çok alkışlanan parçaları Katyuşa, Kalinka, Kernina ve Ave Maria olmuş. Grubun ilk şefi olan Aleksandr Aleksandrov’un yerini daha sonra oğlu almış. Şimdi ise emekli Albay Leonid Malev yönetiyor koroyu. Adı artık “Aleksandrov Kızıl Ordu Halk Şarkıları ve Dansları Akademik Topluluğu”, ama kimsenin önemsediği yok bu isim değişikliğini, yine herkes “Kızıl Ordu Korosu” diyor. Başarıları ve prestijli imajı hafızalardan silinecek gibi de görünmüyor.
Bale Tiyatroları
Rus tiyatrosunda Bale Tiyatrolarının önemli bir yeri var. Olağanüstü dansçılar yetiştirmiş olan bu tiyatrolarda sahneye çıkmak, dünyanın diğer ülkelerindeki dansçıların bile en büyük rüyası. Rus Bale tiyatrolarından en meşhur olanı ise hiç kuşkusuz Bolşoy. Burası sanatın zirveye ulaştığı mekan olarak da adlandırılabilir. Moskova’ya giden turistlerin de olmazsa olmaz durağı olan Bolşoy, ünlü Tiyatro Meydanı’nda yer alıyor ve önünde Karl Marx’ın heykeli var. “Bolşoy” Rusçada “büyük” anlamına geliyor. 1825 yılında açılmış olan binası, beş kat localı ve 2 bin seyirci kapasiteli. Mimar Beauvais imzalı yapının, ön cephe alınlığındaki “Apollon Güneş Arabasında” heykeli, Pyotr Klodt’un eseri. Kuğu Gölü balesi ya da Rahmaninov’un besteleri gibi dünya klasiği olmuş bir çok eserin ilk gösterimlerinin yapıldığı yer Bolşoy. Seyircisine muhteşem bir görsellik sunan, çok büyük dansçılara sahip Bolşoy’un halihazırdaki ünlü balerinleri Maria Alexandrova, Svetlana Zaharova, Natalia Ossipova, Svetlana Lunkina ve Ekaterina Şipulina. Dansçılardan da Nikolay Tsiskaridze, Andrey Uvarov, Sergey Filin, Dmitri Gudanov ve Ivan Vasiliev önde geliyor..
St Petersburg’un göz bebeği Mariinski Tiyatrosu ise 1860 tarihli. Bolşoy’un baş rakibi olan Mariinski’nin salonu, mevcut bir sirk alanı üzerine bazı değişiklikler yapılarak inşa edilmiş. Bu yüzden çok orijinal bir biçimi var ve “U” şeklindeki yapısı ile İtalyan stilini andırıyor. O dönem dünyada hiçbir sahne böylesi bir genişliğe sahip değilmiş. Tabii bu boyutların olumsuzlukları da yaşanmış, sahnede gülünç durumlar belirmesin diye, yeni koreografi yöntemleri icat edilmiş. Rudolf Nureyev, Natalia Makarova ya da Mikhail Barişnikov gibi yetenekler bu tiyatroda yetişmişler. Mariinski, şimdilerde modernleşmeye, yıldızlarını elden kaçırmamaya, cazip ücret ve çalışma koşulları sağlamaya çalışıyor, bina da yenileniyor. Evgenya Obraztsova, Viktoria Tereşkina, Alina Somova, Yuliana Lopatkina, Diana Vişneva gibi yeni balerinlerin varlığı sevinç verici.
Aslında, Bolşoy’un ve Mariinski’nin dansçıları iki farklı ekol oluşturuyor. Bolşoy dansçıları daha atletik ve görselken, Mariinski’de duygulara ve lirizme ağırlık veriliyor. Ama her ikisinin de tarihe geçmiş yıldızları var ve tüm sanat dünyası onları saygıyla hatırlıyor.
Rus Kültür ve
Dayanışma Dernekleri
Türkiye’de 5 adet Rus Kültür Derneği bulunuyor. Bu derneklerin kurulma nedenleri, ülkemizde yaşayan Ruslar arasındaki dayanışmayı örgütlemek; olabilecek sorunların çözümlenmesine yardımcı olmak; ve çeşitli kültür faaliyetleri ile Rus ve Türk halkları arasındaki dostluğu perçinlemek. Ankara’daki Rusya Federasyonu Büyükelçiliği’nin de.
Ankara Rus Kültür Derneği
Portakal Çiçeği Sokak 17/49 Ansera İş Merkezi, 1.Kat Yukarı Ayrancı – Ankara
Tel :(90 312) 440 68 40
Web : www.rusankara.com
e-mail : [email protected]
Ankara Rus Kültür Derneği, 2004 yılında kurulmuş. Türkiye’de yaşayan Rusların yaşam koşullarını kolaylaştırmak gibi bir amaç taşıyor. Dernekte, Rus Dili kurslarının yanında, Piyano, Koro, Resim, Drama, Yoga, vs. gibi konularda da dersler veriliyor. Ayrıca, geniş kitap, dergi ve DVD koleksiyonuna sahip kütüphanesi de hizmete açık. Başkan Larisa LUTKOVA-TÜRKKAN’ın yönetimindeki Rus Kültür Derneğinde, sergiler ve konferanslar düzenleniyor, ve Rus özel günlerinin kutlama törenleri yapılıyor.
Rusya Eğitim Kültür ve İşbirliği Derneği
İstiklâl Cad. Balyoz Sokak Yeni Han, No: 2 Beyoğlu-İstanbul
Tel : (90 212) 611 11 16
Fax: (90 212) 251 13 60
Web : www.rus-tur.org
e-mail : [email protected]
İstanbul’daki Rusya Eğitim ve Kültür Merkezi bir çok farklı alandaki kültür çalışmalarını aynı anda yürütüyor. Derneğin Rus Dili Merkezinde, Moskova Üniversitesinin ders programıyla eğitim verilirken, Sanat Merkezinde müzik, resim, dans gibi alanlarda organizasyonlar yapılıyor. Rus vatandaşları için de bir Destekleme Merkezi var. Derneğin Turizm çalışmaları da oldukça yoğun. Ruslar için Türkiye turları düzenlenirken, Türklere de Rusya’nın turizm imkanları tanıtılıyor. Dernekte, Rusça bilen hekimlerin görev yaptığı Sağlık Merkezi bile unutulmamış. Derneğin başkanlığını Rimma RIZAEVA yürütüyor”.
İzmir Soljenitsin Rus Dili ve Kültürü Derneği
1485. Sokak, No: 24 Alsancak – İzmir
Tel : (90 535) 612 88 41
Web : www.russkiyizmir.com
e-mail : [email protected]
İzmir Soljenitsin Rus Dili ve Kültürü Derneği, Ocak 2009 tarihinde kurulmuş. Derneğin kurucusu olan Andrey PONOMAREV bugün de dernek başkanlığı görevini yürütüyor. Türkiye’deki Rus Yurttaşlar Koordinasyon Kurulu üyesi olan Derneğin temel amacı Rus geleneklerinin korunması, İzmir’de Rusça konuşan diaspora’nın bir araya getirilmesi ve Rus dili öğreniminin yaygınlaştırılması. Bu amaçla Rusça dersleri organize edilen Dernek’te zengin bir kütüphane de bulunuyor. Türkiye ile Rusya arasında bir köprü olmayı hedefleyen Dernek’te, bir de Rus Amatör Korosu var
Alanya Rus Eğitim ve Kültür Derneği
Tel : (90 544) 519 08 95 (90 531) 559 59 55
e-mail : [email protected]
Alanya Rus Eğitim ve Kültür Derneği 9 Kasım 2009 tarihinde Ekaterina GÜNDÜZ tarafından kuruldu. Ekaterina Gündüz, bugün de Derneğin Başkanı olarak görevini sürdürüyor. Derneğin amacı, Rus kültürünün özelliklerini Alanya’da yaşatmak olarak belirlenmiş. Rus dilini Türk halkına sevdirmek için, dil kursları düzenleniyor. Dernekte ayrıca, Bale, Drama ve Müzik çalışmaları da yapılıyor. Mahmutlar Kültür Merkezinde faaliyetlerini sürdüren Dernek, her zaman hizmete açık bulunuyor.
Rusya Federasyonu Türkiye Cumhuriyeti İşbirliği Dostluk ve Kültür Derneği
Çağlayan Mah. 2068 Sokak Ya-Se Sitesi, B Blok, D-1, Lara – Antalya
Tel: (90 507) 709 64 22 – (90 533) 655 17 51
Web: www.rutuder.com – www.antalya.ucoz.ru
Antalya merkezli bu Dostluk ve Kültür Derneği’nin başlıca iki temel amacı bulunuyor. Bunlardan birincisi, Rus dilinin ve kültürünün korunması, ikincisi ise, Rusya ve Türkiye arasında kültürel, akademik ve ticari ilişkiler kurulmasına katkıda bulunarak, iki ülkenin yakınlaşmasını sağlamak. Türkiye’de yaşayan Rusların dayanışmasını hedefleyen dernek, hem Rus dili kursları düzenliyor, hem de özellikle çocukların kültürel eğitimine önem veriyor. Başkanlığını Irina OKAY’ın yürüttüğü dernek, Rusların Türkiye’de olumlu bir izlenim vermesine de büyük özen gösteriyor.
SATRANÇ ve
BÜYÜK USTALAR
Bütün dünyada önemli bir zihin sporu olarak kabul edilen satranç, Rusya’da çok yaygın olan bir oyun. Bu da Dünya Şampiyonlarının genellikle Rusya’dan çıkmasını sağlıyor.
İnsanların düşünme, analiz yapma, strateji geliştirme ve akılda tutma yeteneklerini geliştirdiği bilimsel olarak saptandığı için, satranç bugün birçok ülkede henüz ilkokul çağındaki öğrencilerin ders programları içinde yer alıyor. Ama Rusya’da, satranç herkes tarafından seviliyor ve, köylüsü, kentlisi, genci ya da yaşlısı tarafından her an keyifle oynanıyor, ya da seyrediliyor. Zaten geçen yüzyıldan bugüne bakıldığında, dünya şampiyonlarının genellikle Rusya’dan çıkmış oldukları görülüyor.
Dünya Şampiyonları 20. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran Aleksandr Alehin, 1927 yılında Kübalı ünlü satranç ustası Capablanca’yı yenerek ulaştığı dünya şampiyonluğunu 1935 yılına kadar koruduktan sonra, 1937-1946 yılları arasında yeniden elinde tutmuş. Satrançın en büyük teorisyenlerinden sayılıyor. Saldırgan açılışları ve oyun sonlarındaki ustalığı yanında, “Alehin savunması” olarak ünlenen oyun sistemi bugün de geçerliliğini koruyor. Ölene kadar unvanını muhafaza eden tek satranç ustası olan Alehin, satranç tarihinin önemli bir bölünü oluşturuyor.
Daha 16 yaşındayken “büyük usta” unvanını alan Mihail Botvinnik ise, tam 7 kez SSCB şampiyonu olarak rekor kırmış. Zaten çok sayıda uluslararası başarısı da var. 1948 yılında kazandığı dünya şampiyonluğunu, 2 kısa araya rağmen, tam 15 yıl korumuş. O dönemin diğer büyükleri olan Vassili Smiyslov ve Mihail Tal ile çok çekişmeli maçlar yapmış. Smiyslov 1957-58 yıllarında, Tal ise 1960’da Dünya Şampiyonluğunu Botvinnik’in elinden alabilmişler ama o her seferinde ünvanını yeniden ele geçirmeyi bilmiş.
Botvinnik, sonunda, 1963 yılında “Demir” lakaplı Tigran Petrosyan’a yenilerek şampiyonluk kariyerini sonlandırmış. Tigran Petrosyan, 1963-1969 yılları arasının dünya satranç şampiyonu. Soğukkanlı ve oyun sırasında dış etkenlerden etkilenmeyen biri olarak tanınıyor.
Boris Spasskiy ise, 1969- 1972 yılları arasında dünyanın 1 numarası. Şampiyonluğu Petrosyan’dan almış. Spasskiy’in ABD’li Bobby Fischer ile 1972 yılında yaptığı şampiyonluk maçı, hâlâ ”asrın maçı” olarak hatırlanıyor.
1975-1985 yılları arasının dünya satranç şampiyonu ise Anatoli Karpov. 1985’de Kasparov‘a yenilerek unvanını kaybetmiş. Çok güçlü savunma oyunuyla tanınıyor. Kasparov ile oynadığı şampiyonluk maçı sırasında 10 kg veren Karpov, birkaç kere hastaneye kaldırılmış. Şimdi ise, Rus parlamentosunun bir üyesi ve Dünya Satranç Federasyonu’nun (FIDE) Ekim 2010’da yapılacak olan Başkanlık seçiminde de en şanslı aday olarak görülüyor.
Bakü doğumlu Garri Kasparov, 17 yaşında “Büyük Usta”, 19 yaşında ise dünyanın en büyük oyuncularından biri olmuş. 1985-2000 yılları arasında dünya şampiyonu ünvanını taşıyan Kasparov, henüz 22 yaşındayken, yılların büyük ustası Karpov’u yenerek tarihteki en genç dünya şampiyonu olmuş. Şimdi, Moskova’da kendi adını taşıyan bir vakıf ve Uluslararası Satranç Akademisi var.
Yeni ustalar
Rusya’nın bugünkü satranç ustaları arasında Vladimir Kramnik öne çıkıyor. 2000 yılında Kasparov’u yenerek şampiyon olan ve 2006 yılına kadar ünvanını koruyan Kramnik, o yıl Bulgar Topalov’u da yenerek tek dünya şampiyonu olmuş. Aleksandr Morozeviç de dünyanın en iyi 10 oyuncusu arasında. Alışılmadık oyun açılışlarıyla tanınıyor. Parlak, aktif, izlemesi keyifli bir oyuncu. Aleksandr Grischuk ise hızlı satranç konusunda dünyanın en iyilerinden. Aleksandr Halifman ise satranç oynamaya 6 yaşında başlamış, 24 yaşında “büyük usta” ünvanını almış. Bütün bu yeni satranç ustaları, dünya sıralamasında ilk 10 içinde yer alıyorlar.
HAVYAR VE
VODKA KEYFİ
Rus mutfağı, uzun bir tarihi süreç boyunca, değişik ulusların geleneksel yemeklerinden alıntılar yapmış. Rus İmparatorluğu ve SSCB döneminde Rusya’ya katılan halklar da Rus mutfağına zenginlik getirmişler ve sonuçta ortaya bugünkü muhteşem Rus mutfağı çıkmış.
Rusya’nın geniş coğrafyası, farklı iklimleri ve karşılıklı etkileşim halinde olan etnik yapı ve kültürleri, çok değişik damak tatları doğurmuş. Ruslar, ayrıca komşu ülkelerden öğrendikleri bazı yemekleri de benimsemişler ve kendi mutfaklarının baş köşesine oturtmuşlar. Örneğin, vatanı Ukrayna olan Borç çorbası, Baykal gölü’nden gelen “Pelmeni” ve Kazan Hanlığının Rusya’ya katılmasıyla 16. yüzyılda ülkeye giren çay, bugün Rus mutfağının önde gelen ürünlerinden. Dünyaca ünlü “Rus salatası” da bir Fransız aşçının icadıymış. Aşçının adı Lucien Olivier olduğu için Rusya’da daha çok “Olivye salatası” olarak anılıyor.
Rusya’nın bir çok bölgesinde aşırı soğuk iklim sebze çeşitlerini sınırladığından, patates, lahana, pancar, soğan ve havuç mecburen en çok kullanılan sebzeler. Balık tüketiminin fazlalığı ise, nehirlerin ve göllerin bolluğunun sonucu. İpek Yolunun varlığı, Osmanlılarla ve Farslarla ilişkiler gibi faktörler de, Doğu tarzı pişirme yöntemlerini getirmiş.
Şçi ve Kaşa
Çorbalar Rus mutfağının temeli ve genellikle son derece doyurucu oluyor. Sıcak ya da soğuk olarak tüketilenleri var. Genellikle içlerinde çok malzeme var. Rusların milli çorbası ise: Şçi. Geçmişi bin yıldan ötelere uzanıyor. Şçi, kısık ateşte pişirilen bir lahana çorbası. Et, mantar, havuç, soğan, sarımsak, biber, dereotu, elma da eklenebiliyor ve çavdar ekmeği ile yeniyor. Ruslar “Şçi da kaşa – eda naşa” diyorlar, yani “Şçi ve Kaşa – Bizim yemeklerimiz”. (Kaşa, karabuğday ve sütle yapılan bir yemek). Bir diğer yaygın çorba da, elbette ki, pancar çorbası olan Borç. Kış aylarında sıcak, yaz aylarında soğuk içiliyor. Uha ve Kalya ise, birer balık çorbası, içlerine sebze de ekleniyor. Pancar, sarmısak, salatalık turşusu ve lahanadan yapılan ünlü Solyanka ise bol baharatlı. Rassolnik çorbası da salatalık turşusu, buğday, patates, dana eti ve böbrek ile hazırlanıyor. Bir de aslında Tatar yemeği olan Erişte çorbası var. Tavuklu, mantarlı veya sütlü olabiliyor. Okroşka ise, Kvas’la yapılan bir soğuk çorba. Bir diğer soğuk çorba ise Botvinya. Bu da en tipik çorbalardan. Ama yapılması zor olduğu için artık devre dışı kalmaya başlamış. Buzla soğutularak servis ediliyor. Rusya’nın en eski yiyeceklerinden biri de “Blini”. Blini, tavada yapılan bir tür gözleme. Krep de denebilir. Rus mutfağında ne zamandan beri var olduğu bilinmiyor. Ama, yüzyıllar boyunca Rus geleneklerinde ve inançlarında önemli bir yeri olduğu kesin. Örneğin, cenaze ve doğum yemeklerinde mutlaka blini yeniyor. İçine de havyar, “Smetana” denilen ekşi krema, et ya da balık konuluyor. Ruslar için, geleneksel bir diğer yiyecek de “kahverengi ekmek” de denilen çavdar ekmeği. 9. yüzyıldan beri, saray sofralarında da, fakirlerin sofralarında da mutlaka var.
Rusya’da et ve balık ürünleri çok tüketiliyor. Deniz, göl ve nehir kıyılarında balık, ormanlık bölgelerde de av etleri ön planda. Dünyaca ünlü “Şaşlık” bizim şiş kebap gibi, yalnız etler biraz daha iri, aralarına da soğan-sebze yerleştiriliyor. Stroganoff bifteği de artık dünyaya mal olmuş. Bir diğer dünya malı da “Kotleti po-Kievski” yani Tavuk Kievski. Ülkenin batısında domuz ve ördek, Asya bölgesinde at, keçi ve inek, Sibirya’da ise ayı ve geyik eti yeniyor. Tavuk tüm ülkenin. Kaz dolması paskalyanın, hindi ise düğünlerin baş yemeği. Etli lahana sarması golubtsi de Rus mutfağının önde gelen yemeklerinden. Çok tüketilen bir başka yemek olan pelmeni, yani mantı; bizimkinden daha iri. Genellikle soğan ve sarımsakla yeniyor, harcı balık, tavuk, mantar ve çeşitli sebzelerden de oluşabiliyor. Piroşki ise mayalı hamurdan yapılan bildiğimiz poğaça, fırında pişiriliyor; lahanalı, etli, patatesli, meyveli, reçelli olabiliyor. Yağda kızartılan türü de var. Pirinç pek tutulmazken, karabuğdaya fazlasıyla rağbet var. Karabuğday’dan yapılan Kaşa, sütle ya da sadece yağla pişirilebiliyor. Rus mutfağının önemli simgelerinden olan havyar ise, buzla soğutularak servis ediliyor ve genellikle şampanya ya da vodka eşliğinde blini, çavdar ekmeği, smetana, kıyılmış soğan ve dereotu ile yeniliyor. Mersin balığının yumurtalarından elde edilen siyah havyarın tazesi, en pahalı olanı. Bu balığın türlerine göre havyarın özellikleri ve tadı da değişiyor. Beluga, en nadir bulunanı. Kırmızı havyar ise, somon balığı yumurtalarından elde ediliyor.
Votka değil Vodka
Vodka, Rusya denince ilk akla gelen şey. Sakın Votka demeyin. Ruslar, “Votka, Vodka’nın kötü olanıdır” diye espri yapıyorlar. Yüzyıllardır tüketilen bu içkinin Mandrogi’de bir de müzesi var. Yolu düşen içki severler mutlaka ziyaret etmeli. Bu ulusal içkinin pek çok çeşidi var: Tatlı (Stolichnaya), köpüklü (Kovskaya), limonlu (Limonnaya), kırmızıbiberli (Pertsovka), ardıçz e n c e f i l – k a r a n f i l l i (Ohotniçya) gibi…
Vodka kadar ünlü bir serin içecek olan KVAS ise çavdardan yapılıyor ve alkol oranı çok düşük. Tüketimi su kadar yaygın olan bu milli içki, sokaklarda bardakla veya litreyle satılabiliyor. Alkolsüz en makbul içecek ise siyah çay. Semaver ya da çaydanlıklarda hazırlanıyor, kulplu, büyük cam bardaklarda sunuluyor. Bizim kırtlama usulü, şeker ya da bal ağza alınarak yudumlanıyor.