Project Description

16. Sayı

Slovenya

DİPLOATLAS – MAYIS 2012

16. Sayı

DiploAtlas

Mayıs 2012

Merhaba,

Bir ucu Avrupa’nın merkezinde, bir ucu Adriyatik’te, bir ucu da Balkanlarda olan Slovenya, DİPLOATLAS’ın bu sayısında ziyaret edeceğimiz ülke oldu. Yüzölçümü küçük olan bu ülke, tarihî geçmişi, coğrafî konumu ve günümüz Avrupa’sı içindeki duruşu bakımından bir hayli büyük. Tarihte, başta Avusturya-Macaristan İmparatorluğu olmak üzere Orta Avrupa ile yakın ilişkiler içinde olmuş, batı komşusu İtalya’dan etkilenmiş ve diğer Balkan ülkeleriyle de beraberlikler yaşamış olan Slovenya, bu farklı kültürlerin olumlu unsurlarından esinlenerek kendi zengin ve yüksek kaliteli yaşam biçimini oluşturmuş.

Bugün, Avrupa Birliği üyesi olan Slovenya’nın, diğer Batı Avrupa ülkelerinden pek bir farkı yok. Başkent Ljubljana olsun, Maribor, Kranj ya da Celje gibi daha küçük şehirler olsun, hepsi turizm açısından görmeye değer, ilginç, eğlenceli ve kültürel özellikleri yüksek olan şehirler. Turistler için, Slovenya çok ucuz bir ülke sayılmaz ama, hayli yüksek bir hizmet ve yaşam kalitesi ile karşılaşılacağı kesin.

Bu yıl, Slovenya ile Türkiye arasında diplomatik ilişkiler kurulmasının 20.yılı kutlanıyor. Slovenya bağımsızlığını ilân ettiğinde, Türkiye onu ilk tanıyan ülkelerden biri olmuş. Ankara’daki Slovenya Büyükelçisi Dr. Milan Jazbec, o günlerde bu tanımanın Slovenya için çok önemli olduğunu söylüyor. O gün bu gündür, iki ülke arasındaki ilişkiler mükemmel düzeyde devam ediyor. Ama, yine Büyükelçi Jazbec’in söylediği gibi, “her zaman daha iyisini yapmak mümkün”. Örneğin, iki ülke arasındaki ticaret hacmini iki katına çıkarabilmek için, son dönemde yoğun çaba harcandığını biliyoruz.

Slovenya’nın büyük şehirleri yanında, ülkedeki turizm merkezlerini de iç sayfalarımızda anlatmaya çalıştık. Ülkenin, coğrafî açıdan büyük çeşitlilik gösteren arazi yapısı, kültürüne de yansıdığı için, aynı gün içinde, güneşli bir deniz kıyısında Akdeniz yemeklerinin keyfine vardıktan sonra, Alp dağları eteklerinde Orta Avrupa lezzetleri ile doyuma ulaşabilirsiniz. Bu arada, Avrupa’nın en eski asmasının ve en eski şarabının da Slovenya’da bulunduğunu ekleyelim.

Tatil zamanı yaklaşıyor. Belki de bu sene alışılmış yerlerden biraz vazgeçip, Slovenya’ya doğru bir program yapılabilir. Pişman olma riski yok, hoşça vakit geçirilmesi garanti.

Kaya Dorsan

YEŞİL SLOVENYA

Slovenya yeşil bir ülke. Yüzölçümünün yüzde 58’i ormanlarla kaplı olan Slovenya’da doğayı ve çevreyi koruma içgüdüsü de en yüksek düzeyde. Balkan yarımadasının kuzey-batısında yer alan, ancak Orta Avrupa özellikleri ağır basan ülkede, 2 milyonu aşkın insan yaşıyor.

Orta Avrupa’nın güneyinde, Balkan Ya r ı m a d a s ı n ı n kuzey-batısında yer alan Slovenya, 20.273 km² yüzölçümüne sahip küçük bir ülke. Batısında İtalya, kuzeyinde Avusturya, kuzey-doğusunda Macaristan, güneyinde ve doğusunda da Hırvatistan ile komşu. Güney-batısında ise 46.6 kilometrelik kısa bir sahilinin bulunduğu Adriyatik Denizi var.

Slovenya dağlık bir ülke. Alp dağlarının buralara kadar uzanan bölümüne Julian Alpleri deniliyor. Ülkenin kuzey-batısındaki Triglav dağının zirvesi Slovenya’nın en yüksek yeri. 2864 m yüksekliğindeki Triglav, aynı zamanda bir milli sembol sayılıyor ve Slovenya’nın hem bayrağında, hem de ulusal armasında, stilize edilmiş olarak yer alıyor. Doğal güzellikleriyle de ünlü olan Triglav dağı ve çevresi, ülkenin tek Milli Parkı.

Slovenya, aynı zamanda bir su ülkesi. Ülkedeki irili ufaklı akarsuların toplam uzunluğu 27.000 km’yi buluyor. Ayrıca bir çok termal kaynak ve iki tane de maden suyu kaynağı var. En büyük nehirler Sava ve Drava nehirleri. Tuna nehrinin önemli bir kolu olan Sava ülkeyi boydan boya geçiyor.

Adriyatik kıyısındaki dar bir şeritte Akdeniz İklimi görülürken, iç kesimlerde karasal iklim hakim. Kuzeydeki dağlık alanlarda kışlar çok soğuk ve kar yağışlı geçiyor. Doğası hayranlık uyandıran Slovenya’da yemyeşil dumanlı dağlar, göz alabildiğince uzanan ovalar, ormanlar ve huzur verici göller var. Bled ve Bohinj en büyük doğal göller. Özellikle, Bled gölü turistlerin gözdesi.

400-500 yıllık ıhlamur ağaçlarına Slovenya’nın her köşesinde rastlayabilirsiniz. Ülke, ayrıca, enfes şarapların üretildiği üzüm bağlarına ve çok güzel vadilere de sahip. Dünyanın en özel mağaraları da yine burada. Zaten, yeraltı sularının bulunduğu bölge anlamına gelen “Karst” sözcüğü, Slovenya’daki “Kras” dağının adından türemiş.

Tarihten notlar

Slovenya’nın tarihi binlerce yıl öncesine gidiyor. Bu topraklarda, dönem dönem İlliryalıların, Kelt kavimlerinin, Romalıların, Ostrogotların, Lombardların yaşadıkları biliniyor. Slavlar ise bölgeye 6. yüzyılda gelmişler ve 7. yüzyılda, ilk Slav devleti olan Karintiya Dükalığı’nı kurmuşlar. Bir süre sonra, bölge Frankların egemenliği altına girmiş, Hristiyanlık yayılmaya, feodal sistem güçlenmeye başlamış. 15. yüzyılda, Feodal Slovenya’nın son temsilcisi olan Celje Prensliği’nin son bulmasıyla birlikte, Slovenya toprakları, 1918’e dek Habsburg hanedanının eline geçmiş.

I. Dünya savaşı sonrasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yıkılınca, Slovenya’nın “Sırp-Hırvat- Sloven Krallığı”na dahil olduğu görülüyor. Krallığın adı, önce 1929 yılında “Yugoslavya Krallığı” olarak değiştirilmiş, İkinci Dünya savaşından sonra da, krallığın yerine “Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti” kurulmuş. Bilindiği gibi, Slovenya, eski Yugoslavya’yı oluşturan 6 federe cumhuriyetten birisiydi.

Tito’nun 35 yıllık iktidarı sonrasında, Yugoslavya’da beliren ekonomik ve siyasi istikrarsızlığın Slovenya’da huzursuzluk yarattığını ve bağımsızlık isteklerini arttırdığını söylemek yanlış olmaz. Bağımsızlık hareketi, 1987 yılında, bir grup aydının, “Nova Revija” dergisinde bağımsızlık talebini açıkça dile getirmesiyle başlamıştı. Daha sonra, 1990 yılında, federe cumhuriyetin adı “Slovenya Cumhuriyeti” olarak değiştirildi. Aynı yıl yapılan seçimlerin ve halk oylamasının ardından da, 26 Haziran 1991 tarihinde bağımsızlık ilan edildi.

Devlet Sistemi

Slovenya, çok partili ve çift meclisli parlamenter demokrasi ile yönetiliyor. 1991 tarihinde yürürlüğe giren Anayasaya göre, Cumhurbaşkanı halk tarafından en fazla iki defa beş yıllık dönemler için seçiliyor. Bugünkü Cumhurbaşkanı Danilo Türk, Slovenya’nın bağımsızlık sonrasındaki 3. Cumhurbaşkanı olarak, 2007 yılından beri bu görevde. Aslında hukukçu olan Türk’ün parlak bir diplomatik ve akademik kariyeri var. Bağımsızlık sonrasında, ülkesinin ilk BM Daimi Delegesi olarak New-York’a atanmış. 1997- 1998 yıllarında BM Güvenlik Konseyi Başkanlığı yapmış. 2000-2005 yılları arasında da BM Genel Sekreter Yardımcılığı görevini yürütmüş. Hukukçu olarak, “Azınlık Hakları” konusunda uzman olan Türk, 2005 yılında ülkesine dönüp, Ljubljana Üniversitesinde Uluslararası Hukuk Profesörü olmuş. 2007’de ise, bağımsız aday olarak girdiği seçimlerde, Cumhurbaşkanı seçilmiş. Slovenya Anayasasına göre, Cumhurbaşkanının, ülkeyi temsil etme görevine ek olarak, Sloven Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanı olma özelliği de var. Slovenya Parlamentosu iki meclisten oluşuyor: 90 milletvekilinin görev yaptığı Ulusal Meclis (Drzavni Zbor) ve 40 üyeli Ulusal Konsey (Drzavni Svet). Ulusal Meclis’in 2 üyesinin İtalyan ve Macar azınlıkları tarafından seçilmesi Anayasa ile zorunlu kılınmış. Bu iki üyenin, kendi azınlıkları hakkında alınacak kararlarda mutlak veto hakkı var. 2011’in Aralık ayında, Ulusal Meclis’in Başkanlığına Gregor Virant seçildi. Genç bir hukukçu olan Virant, deneyimli bir siyasetçi ve Kamu Yönetimi uzmanı. 2004-2008 yılları arasında Kamu Yönetimi Bakanı olarak kabinede yer almış.

Parlamentonun ikinci kanadı olan Ulusal Konsey ise, genel seçimlerle değil, ülkedeki çeşitli gruplar tarafından 5 yıl için seçilen 40 üyeden oluşuyor. Hâlihazırda, Konsey’in başkanlığını Blaz Kavçiç yürütüyor.

Slovenya Bakanlar kurulunun başında ise, 10 Şubat 2012’de Başbakanlık görevine seçilen Janez Jansa bulunuyor. Kabinede, başbakan dışında 15 bakan var. Janez Jansa, 2004-2008 yılları arasında da Başbakanlık yapmış olan deneyimli bir politikacı. Sloven Devlet sisteminde, Başbakan ile Bakanların atanmasında ve yürütme organının oluşumunda Ulusal Meclis yetki sahibi. Cumhurbaşkanı Başbakanı, Başbakan ise Bakanları Ulusal Meclise teklif ediyor, böylece Hükümet, Meclis’ten onay alarak göreve geliyor.

AB’nin örnek ülkesi

Slovenya, eski Yugoslav Cumhuriyetleri içinde en müreffeh, en istikrarlı ve sınai açıdan en gelişmiş ülke olmanın avantajıyla 1996’da AB üyeliği için başvurmuş, ve kısa sürede müzakerelere başlamış. 2004’te Avrupa Birliği’ne üye olan Slovenya, müzakerelerin başladığı dönemde bile kişi başına düşen milli geliriyle AB ülkelerindeki ortalamayı aştığından, AB standartlarına ulaşmak için her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalmamış. 2004’te NATO üyesi olan, ordusunu reforme eden ve askeri harcamalarını sabitleyen Slovenya, zorunlu askerliği de kaldırmış. 2007’den beri Euro ve Schengen alanına dahil olan Slovenya, 2008’de de AB Dönem Başkanlığı da yapmıştı.

Slavcada “Slavlar Ülkesi” anlamına gelen Slovenya’da Latin alfabesi kullanılıyor. Resmi dil Slovence ama, İtalyan ve Macar azınlıkların yoğun olduğu Primorska ve Prekmurje bölgelerinde, bu diller de resmi olarak geçerli. 1991’de yeni hali kabul edilen bayrağın renkleri, üç Pan- Slav renginden oluşuyor: beyaz, mavi ve kırmızı. Ülkenin arması, bayrağın direğe bağlanan tarafına yerleştirilmiş; bir parçası beyaz, bir parçası mavi kısımda kalacak şekilde. Armada, mavi fon üzerindeki beyaz bölüm Triglav Dağının üç zirvesini, alt taraftaki dalgalı iki mavi şerit ülkenin denizini ve nehirlerini simgeliyor. Triglav üzerine yerleştirilmiş altı köşeli, biri altta ikisi üstte üç altın yıldız, Slovenya’ya bir dönem hükmeden Celje Prensleri’nin armasından alınmış.

İki milyon nüfuslu bu küçük ülke, tüm komşularıyla iyi ilişkiler içinde. Demokratik değerlere ve azınlıklara saygılı, son derece de güvenli. Her yönüyle Avrupalı olan Slovenya’da hayat standartları ve eğitim düzeyi oldukça yüksek. Kısacası, burası mutlu insanların ülkesi.

BÜYÜKELÇİ DR. MİLAN JAZBEC:
Her zaman daha fazlasını yapabilirsiniz

Türkiye-Slovenya ilişkileri bu yıl 20. yılında… İki ülke resmi olarak stratejik ortak. Ancak Slovenya’nın Ankara Büyükelçisi Dr. Milan Jazbec’in DiploAtlas’a söylediği gibi, dostluk bazen bir basketbol maçıyla, bazen ekonomik işbirliği ile, bazen de kültürel verilerin mübadelesi yoluyla her an derinleştirilebilir.

DİPLOATLAS: Slovenya’nın Ankara Büyükelçiliği görevine nasıl geldiniz ve bu göreviniz nasıl gidiyor?

MILAN JAZBEC: Aslında diplomat olmaya hiç niyetlenmemiştim. Öyle gelişti. Önceleri gazeteci olarak çalışıyordum ve aynı zamanda iş dünyasındaydım. Eski Yugoslavya döneminde, iş dünyasından diplomasiye geçiş yaptım. Slovenya diplomasisine, en başından beri katılmış bulunuyorum. Türkiye’ye büyükelçi olarak gelmem de birkaç tesadüfün sonucu oldu. Ancak ilk büyükelçilik görevimde burada olmaktan çok mutluyum. Türkiye’ye ek olarak Azerbaycan, Lübnan ve Suriye için de akreditasyonum var. Ayrıca Irak’a da atanmış büyükelçiyim. Bildiğiniz gibi, aynı zamanda diplomatik etütler alanında profesörüm. Dolayısıyla bunların hepsi benim için heyecan verici birer deneyim.

DİPLOATLAS: Görev yaptığınız sure içerisinde öne çıkan gelişmeler neler oldu?

MILAN JAZBEC: Buradaki görevime, 2010 yılının Eylül ayında, Dünya Basketbol Şampiyonası devam ederken başladım. İlk önemli görevim de, Türkiye ile Slovenya arasındaki basketbol maçı esnasında oldu. Maçta, iki ülkenin Cumhurbaşkanlarını ve Dışişleri Bakanlarını bir araya getirmeyi başardık. Maçtan önce Cumhurbaşkanınız bizi bir akşam yemeğinde ağırladı. Gençlik yıllarımdan bu yana bir basketbol taraftarıyımdır ve böyle bir basketbol ortamında ülkemi temsil ettim ve siyasi görüşmeler yaptım. Elbette, bu ortam Türkiye ile Slovenya arasındaki ilişkilerin hem siyasi alanda ve hem de kişisel olarak mükemmel olmasının bir sonucuydu. İkinci önemli görevim de, geçtiğimiz yıl Mart ayında, Başbakanımızın Türkiye’yi ziyaret etmesi ve iki ülkenin Başbakanlarının iyi ilişkilerimizi resmileştirmek ve daha da ileri taşımak amacıyla imzaladığı Stratejik Ortaklık belgesi esnasındaydı. Basın konferansında, Başbakan Erdoğan bunu iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin vardığı en üst nokta olarak tanımladı.

DİPLOATLAS: Bu mükemmel ilişkilerin önemini vurgulayan örnekler var mı?

MILAN JAZBEC: Bu yıl, tanınmamızın ve diplomatik ilişkilerimizin 20. yılını kutluyoruz. Türkiye, 2 Şubat 1992 tarihinde Slovenya’yı bağımsız bir devlet olarak tanıyan ilk ülkelerden biri olmuştu. Bu, o dönemde, çeşitli baskılara rağmen egemen devletler arasında kendisine yer bulmaya çalışan Slovenya için oldukça önemliydi. Ayrıca, NATO’ya adaylığımız sırasında da Slovenya Türkiye’den büyük destek aldı. AB üyeliği sürecimiz ise 10 yıl devam etti ve çok meşakkatli oldu. Slovenya, Türkiye’nin AB’ye üye olma iradesini, diğer aday veya istekli ülkeler için de yaptığı gibi, güçlü bir biçimde destekliyor. Çünkü, bu tür bir yüreklendirmenin, dostluğumuzu derinleştirmek açısından önemli olduğunu biliyoruz.

DİPLOATLAS: Kültürel ve kişisel bağlar hakkında neler söyleyebilirsiniz? Türkiye Slovenya’da, Slovenya Türkiye’de iyi tanınıyor mu?

MILAN JAZBEC: Eminim ki Türkiye Slovenya’da, Slovenya’nın Türkiye’de tanındığından çok daha fazla tanınıyor. Türkiye çok büyük bir ülke. Neredeyse bir kıta. İki ülke arasında pek çok kültürel benzerlikler mevcut. Dilimizde, Türkçe’den geçmiş pek çok sözcük var. Elbette bunun tersi de vardır. Sadece yoğurt, çay, kahve değil, bunun dışında, Sloven dilindeki anlamları biraz değişse de, torba, poğaça gibi kelimeler de var. Bu kelimelerin bazıları dilimize eski Yugoslavya’dan, Boşnak etkisiyle girmiş. Diğerleri ise yüzyıllardır paylaşılıyor. Ayrıca tarih, kültür, yiyecek, kıyafet gibi pek çok alanda da benzerlikler var. Ljubljana’da birkaç yıldır Türk restoranları var. Umuyorum ki buradaki görevim sona ermeden İstanbul’da da bir Sloven restoranı açılacak. Ayrıca, aynı zihniyeti de paylaşıyoruz. Türkiye ile yaptığımız basketbol maçı, o yıl en fazla seyirciyi televizyon başına çekti. Türkiye’ye geldiğim ilk gün de, Sloven televizyonunda ilk kez bir Türk dizisi yayınlanıyordu.

DİPLOATLAS: Peki ekonomik ve ticari ilişkiler hakkında neler söylemek istersiniz?

MILAN JAZBEC: En önemli alanlar turizm, ulaşım, lojistik ve ticaret. Ticareti yapılan mallar arasında makinalar, yarı mamuller, yedek parçalar ve arabalar gibi metal malların yanı sıra, tekstil, tıbbi ürünler, teknoloji ürünleri ve kâğıt da var. Metalürji ve metal ürünler konusunda iki yönlü olarak ticari işbirliği var. İkili ticaretimiz son 5-6 yıldır ikiye katlandı. Şimdi hedefimiz yılda 1 milyar euro’ya ulaşmak ve zaten bu yolu yarıladık. İlişkilerimizi geliştirebileceğimiz bir başka alan da inşaat sektörü. Slovenya’nın, Türk inşaat sektörünün yararlanabileceği deneyimli, vasıflı ve girintili alanlarda uzmanlığa sahip bir inşaat sektörü var. Ulaşım ve lojistik alanında Türkiye ile Almanya arasında hayranlık verici bir ortaklık mevcut ve Slovenya coğrafi olarak bu iki ülkenin arasında kalıyor. İki ülke arasındaki ulaşım, karayolları ya da Koper limanı yoluyla Slovenya’dan geçiyor. Bu üç ülkenin tren yolu koridoru oluşturma, yolların iyileştirilmesi ve İstanbul, İzmir, Samsun, Mersin ve Antalya gibi limanlardan Koper limanı yoluyla Almanya’ya deniz yolu ulaşımı gibi birlikte gerçekleştirilebileceği şeyler var. Bu, Avrupa’nın merkezinden geçen en hızlı, en kısa ve en etkili rota olacaktır. Turizm alanında ise, Türkiye’yi her yıl yaklaşık 40.000 Sloven ziyaret ediyor. Bu iyi bir rakam, ancak daha fazla ticari uçuş olsa, bu sayı eminim ki artar. Türk Hava Yollarının İstanbul-Ljubljana arasında haftada beş uçuşu var. Ancak sezonda, Maribor ve Antalya arasında charter uçuşları da olsa çok iyi olur. Slovenya’da tıbbi tedavi imkânına da sahip 25’in üzerinde Spa merkezi var. Ayrıca insanları doğaya yaklaştıran çiftlik turizmine de sahibiz. Çiftliklerde kalıp, orada yetişen yiyecekleri yiyor ve isterseniz onlara üretimlerinde yardımcı olup yaşamlarının bir parçası haline gelebiliyorsunuz. Bu seçenekler özellikle şehirde yaşayan, iş hayatındaki kişiler için büyüleyici.

DİPLOATLAS: İkili ilişkilerin daha da gelişmesi için, Büyükelçiliğinizde ne tür çalışmalar yapılıyor?
MILAN JAZBEC: Bir Büyükelçinin görevi, ilişkileri geliştirmek ve derinleştirmek için her fırsatı değerlendirmektir. Bağlar zaten güçlü olsa bile, her zaman daha fazla şey yapabilirsiniz. Türkiye’de beş adet Fahri Konsolosluğumuz var: İstanbul, İzmir, Antalya, Hatay ve Gaziantep’te. Fahri Konsolosluklarımızın hepsi saygın Türk vatandaşları ve iş adamlarıdır. Biz onları, iki ülkenin ticari ve kültürel alanda ilişkilerini geliştirecek yönlendirici unsurlar olarak görüyoruz. Fahri Konsoloslarımızın sayısını 10-12’ye çıkarmayı ve tüm ülkeyi kapsamayı hedefliyoruz. Bu yıl Slovenya’nın ulusal gününde Türkiye’nin farklı yerlerinde 5 resepsiyon gerçekleştireceğiz. Ayrıca Ljubljana’da bir Türk Kültür Merkezi ve İstanbul’da bir Sloven Evi açma olanaklarını araştırıyoruz. Ancak bu yollarla ülkemi, sahip olduğumuz ortak değerleri ve geleceğe ilişkin perspektifimizi tanıtabileceğimi, düşünüyorum.

Bu arada, diplomatik ilişkilerimizin 20. yılını kutlamak için, Sloven dilinden Türkçe’ye dört kitap tercüme ettiriyoruz. Bu kitapları siyasetçilere, medyaya, iş dünyasına, üniversitelere ve kütüphanelere dağıtacağız. Kitaplardan biri, 1530 yılında Sultan Süleyman ve Sadrazam ile görüşmek için İstanbul’a gelen Habsburg’lu diplomatlara eşlik eden mütercim Benedikt Kuripeçiç tarafından yazılan bir günlüktür ve ortak tarihimizin çok güzel bir örneğidir.

DÜNYA KİTAP BAŞKENTİ
LJUBLJANA

M.S. 14 yılında Aemona adıyla bir Roma İmparatorluğu kenti olarak kurulan Ljubljana, bugünkü görüntüsünü 20. yüzyılda, ünlü mimar Jose Plecnik’in planlamaları sayesinde kazanmış. 1800 yayıncının bulunduğu bu küçük başkentte, yılda ortalama 4000 eser yayınlanıyor. UNESCO, Ljubljana’yı 2010 yılında “Dünya Kitap Başkenti” ilan etmiş.

Slovenya’nın yaklaşık 300.000 nüfuslu başkenti Ljubljana, ülkenin merkezinde yer alan şık bir şehir. İlk bakışta, Türkler için zor okunan bir isim gibi geliyor ama, eğer “Lyubliana” diye okursanız, doğru telaffuz etmiş oluyorsunuz. Şehir, Lyublianika nehrinin iki yakası üzerine kurulmuş ve nehir kıyıları zarif köprülerle birbirine bağlanmış.

Romalılardan bugüne

Ljubljana, yaklaşık 2000 yıllık bir yerleşim merkezi. İlk kez, M.S. 14 yılında, yani Roma döneminde, “Aemona” adıyla kurulmuş. O dönemden kalan birçok arkeolojik buluntu, bugün Ljubljana Şehir Müzesi’nde ve Slovenya Ulusal Müzesi’nde sergileniyor. Aemona’nın, 5. yüzyılda Hun saldırıları sonucunda yıkılmasının ardından, bu kez Ljubljana şehri oluşmaya başlamış.

Şehrin tarihinde, önce 1511, sonra da 1895 yılında yaşanan iki büyük depremin büyük önemi var. 1511 depreminin ardından yeniden inşa edilen Ljubljana’da, Avusturya’nın etkisiyle, barok mimari tarzı egemen olmuş. Bugün dahi, şehirde, Belediye binası ve hemen karşısında yer alan, ünlü Venedikli heykeltıraş Francesco Robba’nın yaptığı “Carniola nehirleri” çeşmesi gibi bu tarzın en mükemmel örneklerine rastlamak mümkün. Zaten şehirdeki barok eserler ve Avusturya mimari özelliklerinin baskın olduğu tarihi doku özenle korunuyor.

1895 depremi sonrasında, bir kez daha yenilenmesi gereken kentte, bu kez Art-Nouveau tarzı ön plana çıkmış. O dönemin en güzel tanığı, ünlü “Ejderha köprüsü” ve bazı binaların rengarenk cepheleri. Ama, bugünkü Ljubljana’ya asıl damgasını vuran, ünlü Mimar Joze Plecnik olmuş. Daha önce Prag ve Viyana’da önemli mimari çalışmalar yapan Plecnik, 1921 yılında döndüğü Ljubljana’yı, antik Atina şehrinden esinlenerek yeniden düzenlemiş ve “Tromostovje” (Üçlü köprü), Krizanke Tiyatrosu, Bezigrad Stadyumu ve St. Michael Kilisesi gibi pek çok eserin yaratıcısı olmuş. Plecnik’in oturduğu ev, bugün de müze olarak hizmet veriyor.

Ljubljana’yı keşfetmek

Ljubljana, modern yapılarla büyümesini sürdürmesine rağmen, tarihini de özenle koruyan bir kent. Mimari dokusunun yanında, nehir kıyısı ve özellikle yaz aylarında müzisyenlerle şenlenen parke taş döşeli sokaklarıyla keyifle keşfedebilecek bir yer. Küçüklüğü nedeniyle yürüyerek, tekne turuyla, mini trenle ya da kiraladığınız bir bisikletle muhteşem bir gezintiye çıkabilirsiniz. Nehir kıyısı eğlence, müzik ve gençlik demek. Gece hayatı da son derece dinamik. Şehirde, her yıl 14 uluslararası festival organize ediliyor. Zaten, bu küçücük şehirde 15 müze, 42 sanat galerisi ve 150 kadar da kütüphane var.

Şehrin merkezi ve en ünlü meydanı olan Presernov, Ortaçağda ticaret merkeziymiş. Adını ünlü Sloven şair France Preseren’den alan bu çekici ve kalabalık meydan, aynı zamanda bir buluşma noktası. Son derece estetik binalarla çevrili meydanın ortasında şairin heykeli var. Presernov meydanının en göz alıcı yapısı ise, şehrin sembollerinden sayılan, 17. yüzyıl yapımı Fransiskan Kilisesi.

Kilisenin tam karşısında, Presernov meydanının en dikkat çekici noktası olan Tromostovje köprüsü bulunuyor. Siz buna “Üçlü Köprü” de diyebilirsiniz. Büyük lambalar, sütunlar ve kırmızı çiçeklerle süslü “Üçlü Köprü”, şehrin en önemli simgesi. Yan yana üç köprüden oluşuyor. Eskiden ortadaki köprüden arabalar, diğer iki köprüden yayalar geçermiş. Şimdi hepsi yayalara ait. Köprünün bugünkü hali, mimar Plecnik’in eseri.

Üçlü köprüden başlayan ve tarihi binaların önünden nehir kıyısı boyunca devam eden uzun yürüyüş yolu, seyir terasları, şirin kafe-lokantaları, sokak satıcıları ve köprüleriyle son derece eğlenceli ve şık bir yol.

Presernov Meydanı’ndan Üçlü Köprü ile karşıya geçtiğinizde ulaşacağınız Mestni, şehrin en önemli meydanı. Trafiğe kapalı meydanda yer alan Barok stildeki, şirin ve estetik Belediye Binası (Mestna Hisa) 13. yüzyılda yapılmış, cephesinde orijinal Ortaçağ armaları barındırıyor. Binanın ilk avlusunun duvarında Ljubljana’nın 17.yüzyıldaki halini gösteren kabartma bir harita var. Mestna Hisa önündeki “Carniola nehirleri Çeşmesi” ülkenin üç önemli nehri Sava, Krka ve Lyublianika’yı temsil ediyor. Dikili taşla süslü çeşme, Roma’daki ünlü Piazza

Navona çeşmesinin benzeri. Meydanın hemen bitiminde yer alan, eski şehrin ana sokağı Stari’de rengarenk ortaçağ evleri, galeriler, şık butik oteller, kafeler ve pasajlar var.

Ejderha köprüsü

Mestni meydanı yakınlarındaki Vodnikov Meydanı’nda, ikiz yeşil kuleleri ve kubbesiyle Aziz Nikolay Katedrali ve Başpiskoposluk Sarayı, iki bronz kapısı ve üzerindeki işlemelerle dikkat çekiyor. Katedralin hemen yakınında her gün meyve, sebze, baharat ve çeşitli eşyaların satıldığı, tertemiz ve çok çekici renklilikte, büyük bir Açık Hava Pazarı kuruluyor. Özellikle cumartesi günleri balık ve bit pazarı çok rağbet görüyor. Göz alıcı bir yapı olan Kapalı Merkez Pazarı da Joze Plecnik tarafından 1940’larda tasarlanmış. İki katlı pazarın nehre bakan kısımları pencereli, caddeye bakan tarafı ise sütunlarla bezeli. Eskiden tartıda hile yapan fırıncılar, ana köprüden nehre atılarak cezalandırılırmış. Bu ceza kalkalı çok olsa da, halkın satıcıları kontrol edebilmesi için pazarda hala tartı kulübeleri var.

Bazılarının kısaca “Vodnik” dediği Vodnikov Meydanı’nın kuzeyindeki ünlü Ejderha Köprüsü, hem kültürel bir miras, hem de Art-Nouveau stilinin en güzel örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Bir zamanlar tahtadanmış, deprem sonrasında, 1901’de Venedik stilinde yeniden yapılmış. Dört köşesinde bakırdan, zamanla yeşillenmiş kanatlı dört ejderha yer alıyor. Bu ürkütücü ejderhalar nedeniyle, köprüye şaka yollu “Kaynana Köprüsü” diyenler de var. Efsaneye göre, antik Yunan mitolojisi kahramanlarından Jason, Ljubljana yakınlarındaki bir bataklıkta canavarla çarpışıp, onu yenmiş. O zamandan beri ejderha, şehrin armasını ve bayrağını süslüyor.

Şehrin bir başka simgesi olan Ljubljana Kalesi ise, Lyublianika Nehri’ne hakim Kale Tepesi’nde yer alıyor. 1905 yılından beri kültür-sanat merkezi olarak hizmet veren Kaleye fünikülerle birkaç dakikada çıkmak mümkün. Dik, spiral demir merdivenlerle ulaşacağınız Gözlem Kulesinin en üst noktasında muhteşem bir şehir manzarasıyla karşılaşıyorsunuz. Lyubliana’nın diğer bir önemli yeri olan Kongresni Meydanı, Neo-Rönesans tarzı Slovenya Filarmoni Orkestrası binasını barındırıyor. 1701’den bu yana Haydn, Beethoven, Brahms ve Paganini gibi çok özel isimleri ağırlamış. 1902’de inşa edilen, Alman Rönesans tarzı ve Barok kuleli, son derece zarif eski bir saray olan Lyubliana Üniversitesi ile Sloven Barok sanatının şaheseri olan, sarı kolonlu, 18.yüzyıl tarihli Ursulinska Kilisesi de yine bu meydanda.

Republike, yani Cumhuriyet Meydanı ise Slovenya’nın bağımsızlık ilanına tanık olmuş. Parlamento binası burada; hemen yakınındaki Slovenya Ulusal Müzesi ise şehrin en önemli müzelerinden. En değerli parçası, 45.000 yaşındaki, dünyanın en eski flütü. Şehrin ve Slovenya’nın en büyük parkı olan Tivoli de, koşu alanları, bisiklet yolları, yürüyüş parkurları, doğal gölü ve hayvanat bahçesi ile insanı büyülüyor. Tren Garına 10 dakika uzaklıktaki Metelkova Sokağı da şehrin en ilginç noktalarından bir diğeri. Burası marjinallerin mekanı. Eski bir kışla yenilenmiş ve canlı bir Punk sokağına dönüşmüş. Metelkova’da çıplak bir duvar bulmak imkansız, her yer çılgın renklerle ve resimlerle bezeli.

2012 AVRUPA KÜLTÜR BAŞKENTİ
MARİBOR

Slovenya’nın ikinci büyük şehri olan Maribor, Orta Avrupa’yı Balkanlara ve Güney Avrupa’ya bağlayan yolun üzerinde yer alıyor. Yani, eğer Türkiye’den karayoluyla Almanya’ya gidiyorsanız, Maribor’dan mutlaka geçeceksiniz. Şarapları ve kış sporlarıyla ün yapmış olan Maribor, bu yıl Avrupa’nın Kültür Başkenti.

Maribor, Slovenya’nın kuzey-doğusunda, Tuna nehrinin bir kolu olan Drava nehri üzerinde yer alıyor. Şehrin, Avusturya sınırına uzaklığı sadece 18 km. Bu da Maribor’u Orta Avrupa ile Balkanlar arasında önemli bir geçiş noktası konumuna getiriyor. Turizm açısından, ülkenin önde gelen bir noktası olan Maribor’da, Avusturya ve Balkan kültürleri iç içe geçmiş durumda. Şehir ayrıca, bağcılık, şarap üretimi ve kış sporlarıyla da öne çıkıyor.

İnişli çıkışlı bir geçmiş

Maribor, uzunca bir süre varlığını küçük bir kent olarak sürdürmüş. 17. yüzyılda başgösteren bir veba salgını şehir halkının üçte birinin ölümüne sebep olmuş. O dönemde inşa edilen Veba Sütunu bugün şehrin önemli bir anıtı. 19. yüzyılda, sanayi devrimi ile birlikte, ekonomik açıdan gelişen ve canlanan Maribor’un, aynı zamanda önemli bir siyasi ve kültürel merkez haline dönüştüğü görülüyor. Birinci Dünya Savaşı sonunda, bir çok eğitim ve kültür kuruluşu ile birlikte, yeni kurulan endüstri tesislerinin de zenginleştirdiği kent, İkinci Dünya Savaşı sırasında çok zarar görmüş. Bir çok Sloven’in öldüğü ya da sürgün edildiği savaş yıllarının ardından, şehrin yeniden canlandırılması kolay olmamış. Ama yine de, kısa sürede yeniden önemli bir sanayi kenti haline gelen Maribor, Yugoslavya’nın parçalanmasının ardından yine bir ekonomik sarsıntı geçirmiş olsa da, çabuk toparlanmış ve bugünkü, vizyonu ve hedefleri büyük olan bir kent haline gelmeyi başarmış.

Lent

Sıcakkanlı insanları, gölgeli caddeleri, şık villaları, tarihi mahalleleri, çıtı pıtı rengarenk evleri ve Drava kıyılarını birbirine bağlayan köprüleri ile keşfedilmeyi bekleyen Maribor’un eski çekirdek mahallesi Lent, pırıl pırıl sulara sahip Drava Nehri’nin sol kıyısında. Bir bölümünün yaya bölgesi olması, masaları sokaklara taşan kafeleri daha da cazip kılıyor. Aziz Florian heykelinin bulunduğu Grajski Meydanı cıvıl cıvıl. Bütün uluslararası markaları Grajski Meydanı’ndan başlayan Vetrinjska Caddesindeki mağazalarda bulmak mümkün.

Sevimli dar sokakları, bar ve restoranları ile nehir kıyısı, keyifli bir gezinti bölgesi.

Nüfusu 115.000 olan Maribor’u ister yürüyerek, isterseniz kiralayacağınız bir bisikletle dolaşabilirsiniz. Şehir parkı çok şirin, yeşili bol, devasa bir park. Piramida Tepesi de çok güzel bir manzaraya sahip. Doğu Avrupa mimarisinin en belirgin özelliklerini bu şehirde görmek mümkün. Harikulade Barok bir şapele sahip 15.yüzyıl tarihli şato, bugün müze işlevi görüyor. Ortaçağda inşa edilmiş olan Katedral gotik, Belediye binası ise Rönesans tarzı. Gece hayatını ısıtan ve son derece estetik bir binaya sahip olan Maribor kumarhanesi, şehrin ana meydanı Glavni’de. Gösterişli Sloven Ulusal Tiyatrosu, opera, bale, drama ve senfoni orkestrasıyla şehrin canlı kültürel hayatına katkıda bulunuyor. Kubbeli çatısı ve sarı boyalı cephesiyle Üniversite, Slovenya’nın ikinci büyük üniversitesi. 16.yüzyıl tarihli Su sarnıcı, kırmızı tuğlalı Fransisken Kilisesi ve nehir kıyısında kare biçimli, kiremit çatılı Yahudi kulesi görülmeye değer diğer yerler. Drava kıyısındaki 14.yüzyıl yapımı Sinagog, Avrupa’daki en eski ikinci sinagog. Bahçesinde soykırım kurbanları için bir de anıt var.

400 yıllık asma

Şehrin en büyük şarap mahzeni yine Lent mahallesindeki Svobode Meydanı’nda. Lent, dünyanın yaşayan en eski asmasını da barındırıyor. İki katlı, kırmızı kiremit çatılı, beyaz şirin bir evin duvarlarını süsleyen ve “Stara trta” diye adlandırılan, 400 yaşındaki bu asma, şarap severleri heyecanlandırıyor. Kökleri binanın ana giriş kapısının yanında koruma altına alınmış. Stara trta’dan her hasatta 35-55 kilo üzüm, 100 kadar da özel küçük şişe şarap çıkıyor. Bu nadir şarabın adı Crnina zametna. Her yıl bu yaşlı asma anısına Aziz Martin bayramı sırasında festival yapılıyor.

Zaten, şarap ve üzüm bağları, Maribor bölgesine çok sayıda turist çeken bir özellik. Mahzenler, şaraphaneler ve turistik çiftlik evleri ile dolu 50 km’lik şarap yolunu izleyerek bölgeyi gezmek muhteşem duygular bırakıyor insanda.

Kış sporları, dağ patikaları, ışıltılı şelaleler ve Pohorje Dağının muhteşem manzarası gerçekten baştan çıkarıcı. Bölgedeki beyaz şaraplar dünyanın en iyilerinden. Pohorje Maribor’u çevreleyen Pohorje Dağları, göz dolduran yeşili, sıkı ağaçlarla çevrili gölleri, buz gibi suları ve ormanlarıyla büyüleyici bir manzaraya sahip.

Pohorje,

Drava nehrinin güneyinde, Julian Alpleri’ne dahil bir bölge. Slovenya’nın en güzel göllerinden Crno Jezera yani “Kara göl” de burada. Tepelerin yamaçlarında şaraplık üzüm yetiştiriliyor. Pohorje ormanlarının göbeğindeki Zrece kaplıcası masaj ve terapi merkezleri, saunası ve romatizmaya iyi gelen şifalı suları ile tam bir sağlık kaynağı.

Pohorje, ayrıca harika kayak olanakları da sunuyor. İster yazın, ister kışın gidin, keyif almak kaçınılmaz. Maribor’un hemen yakınındaki Mariborsko Pohorje kayak istasyonu, Slovenya’nın en geniş ve en tanınmış pistine sahip, gece kayağı da yapılabiliyor. Ribnisko Pohorje, Rogla ve Kope de bölgenin diğer kayak istasyonları. Her yıl ocak ayında uluslararası slalom karşılaşmaları yapılıyor. 2013 Kış Universiad Oyunları da Maribor’da yapılacak.

Ptuj

Maribor’a kadar gelmişken, hemen yakındaki Ptuj kasabasına da uğramadan geçmeyelim. Maribora yaklaşık 50 km uzaklıktaki Ptuj, bu yıl Avrupa Kültür Başkenti olan Maribor’a ortaklık ediyor. Biblo gibi, çok sevimli bir Ortaçağ kasabası olan Ptuj’da, huzur ve albeni iç içe geçmiş. Aslında burası ülkenin en eski yerleşim yerlerinden biri ve Vespasyen’in, M.S.69 yılında Roma İmparatoru ilan edildiği yer.

Ptuj’un tarihi kalbi Slovenski Meydanı, Drava nehri kıyısına çıkan göz alıcı daracık sokaklara sahip. Barok mimarisine bayılacak, Madenci Kardeşler Manastırı ve Art-Nouveau tarzı Belediye binasına hayran kalacaksınız. Ptuj, Koranti Karnavalı ile de ünlü. Gösteriler kış sonuna doğru yapılıyor. Koyun postu giymiş, uzun kırmızı dilleri, başlarında rengarenk kurdeleleri, ellerinde kocaman çanları olan maskeli kişiler, günlerce sokaklarda defile yapıyor ve bahar gelsin diye kışı kovalamaya çalışıyor.

Şehrin bir de şatosu var. “Kurentovanje” isimli şato, 12. yüzyılda yapılmış. O dönemde Slazburg Başpiskoposluğuna ait olan yapı şimdi müze olarak kullanılıyor. İç avlusundaki revaklı balkonlar çok dikkat çekici. Müzedeki en değerli parçalar ise, geleneksel karnaval maskeleri, Ortaçağ silahları ve müzik aletleri.

ASİLLER KENTİ Celje

Erken Roma döneminde, Kelt kavimleri tarafından kurulan Celje şehri en parlak günlerini 15. yüzyılda, Celje kontları döneminde yaşamış. Daha sonra Prens mertebesine yükselen Celje kontlarının armasındaki 3 yıldızlı figür, bugün de Slovenya bayrağını ve ulusal armasını süslüyor.

Slovenya’nın üçüncü büyük şehri olan Celje, ülkenin merkezinde, Voglayna nehrinin Savinya ile birleşir birleşmez güneye doğru keskin bir dönüş yaparak Sava nehrine yöneldiği yerde bulunuyor. Çok zengin bir tarihi geçmişe sahip olan Celje, bugün canlı bir kültür birikimi yanında, gelişmiş sosyal yaşam koşulları, bir ticaret merkezi olması ve çevresinin çekiciliği ile ünlü.

Zengin tarih

Celje şehrini Kelt’ler kurmuş. İlk adı “Keleia” olan şehir antik çağda o kadar görkemliymiş ki, “İkinci Truva” olarak anılıyormuş. Roma İmparatorluğu döneminde, adı “Celeia”ya dönüşen kentin önemli bir ekonomik ve askeri merkez olduğu biliniyor. Ayrıca, 4-8. yüzyıllar arasında Piskoposluk merkezi olarak hristiyanlık açısından da önem kazanmış.

Bir ara “Cilli” olarak da anılan şehir, Ortaçağda, akrabalık bağlarıyla bağlı olduğu Lüksemburg’un müttefiki, Habsburg hanedanının ise düşmanı olan Celje Kontları zamanında parlak günler geçirmiş. Lüksemburg’lu Roma-Germen İmparatoru Sigismond, Celje Kontluğunu 1436 yılında Prenslik mertebesine yükselttikten sonra, şehir hem idari, hem ticari, hem de mimari ve sanat açısından çok önemli bir yer olmuş. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu çökene dek Habsburgların etki alanında sarsıntılar geçirse de Prensliğin son döneminde Celje, Sloven topraklarında Rönesansı ve hümanizmi gerçekten yaşayan tek şehir olma özelliğine sahip.

1846 yılında demiryolunun gelmesiyle eski zamanların sona erdiği ve modern Celje’nin bu tarihten itibaren oluşmaya başladığı anlatılıyor. Bugün 50.000 nüfuslu bir şehir olan Celje, kültürel mirasını titizlikle koruyan, canlı, gelişmiş ve çekici bir Avrupa kenti.

Tipik bir ortaçağ şehri

Ljubljana ile Maribor arasında yer alan Celje mutlaka görülmesi gereken bir yer. Mimarisi 15. yüzyıl ortalarına kadar gidiyor, bu da şehre hoş bir ortaçağ havası veriyor. Tarihi şehir merkezindeki şirin kafelerin teraslarında bir Sloven birasını, ya da şarabını tadarak verilecek molalar eşliğinde nehir kıyısını, ya da daracık taş döşeli sokakları keşfetmek büyük keyif.

Şehirdeki mimari şaheserlerin güzelliği göz kamaştırıyor. Gezintiye “Celje Prensleri Meydanı”ndan başlayalım. Meydanın Savinya nehri tarafında yer alan “Prenslerin Evi”, yani şatosu, Alp Dağlarına nazır muhteşem manzarasıyla hala şehre ve nehre hakim konumda. Şehrin simgesi olan şato bugünlere çok iyi korunmuş halde gelmiş. Büyük bir kısmı restore edilmiş. Surları, burçları, mazgal delikleri ve iç avluları ile Ortaçağ şatolarının bütün özelliklerini sergiliyor. Hemen karşısında ise, 1897 yapımı, neo-rönesans tarzı bir saray var. “Narodni Dom” olarak adlandırılan bu saray, bugün Belediye’ye ait bir bina olarak kullanılıyor. Meydan ile Savinya nehri arasındaki bölümde ise, şehirdeki en güzel Rönesans tarzı bina olduğu söylenen ve “Stara Grofija” diye anılan bir yapı var. 16. yüzyıldan kalma bu bina bugün müze ve kütüphane işlevi görüyor.

Biraz ilerdeki Slomskov meydanında bulunan St. Daniel Kilisesi ise 13. yüzyıldan kalma. İçindeki ahşap süslemeler görülmeye değer. Kilisenin tam karşısında da, 15. yüzyılda yapılmış bir ortaçağ “düşkünler evi” var. Bir süre, belediye hastanesi olarak da kullanılmış.

Düşkünler evinin arkasında ilginç bir “Su kulesi” bulunuyor. Nehirdeki su seviyesini ölçüp, taşma tehlikesini önceden haber veriyormuş.

Celje’nin simgesi olmuş yapılardan biri de “Celjski Dom”. 1907 yılında yapılmış bu gotik bina, eskiden “Alman Evi” olarak anılıyormuş. Binanın külah şeklindeki kubbesi, bizim Galata kulesini andırıyor. Binanın estetik pencerelerinde ve kulesinde Alman gotik mimari tarzının etkilerini bariz biçimde görmek mümkün.

Celjski Dom’un yakınında yer alan Postane binasını da unutmamak lazım. Üç katlı bina, Viyana’daki imparatorluk dönemi postaneleri örnek alınarak, 1898 yılında inşa edilmiş. Ağırbaşlı bir görünüme sahip olan bu binanın yerinde, eski çağlarda, yani 4.-5. yüzyıllarda, bir hristiyan bazilikasının olduğu söyleniyor.

Celje’de tarihi binalardan geçilmiyor. Kentte yaşamış olan asillerin ve zenginlerin çeşitli dönemlerde yaptırmış oldukları tipik evlerin bile birçoğu bugünlere kadar gelmiş. Örneğin Belediye binası, bir çok aristokrat ailenin mülkü olduktan sonra, Belediye tarafından satın alınmış. Pencereleri çiçeklerle bezeli, barok stildeki bembeyaz belediye binası şehirdeki en dikkat çekici yapılardan. Hemen karşısında da “Meryem Ana Kilisesi” var.

Celje sokaklarında gezinirken, “Stari Pisker”, yani “Eski Çanak” olarak adlandırılan ve Nazi işgali sırasında hapishane olarak kullanılmış olan eski bir manastırı, “Tiyatro Kulesi” olarak bilinen bir ortaçağ kulesini ve 100 yıl önce tuğladan yapılmış tren istasyonunu da görebilirsiniz.

Bu küçük prensler şehri, tiyatrosu, kafe ve publarındaki konserleri ile akşamları da hareketli bir yaşam sürüyor. Şehrin çevresi de görülmeye değer güzellikte. Örneğin, yemyeşil Zovnek Gölü kıyılarında huzur verici yürüyüşler ya da at gezintileri yapılabilir. Lasko kaplıcası da bir başka seçenek. Lasko, termal suları dışında birası ile de tanınıyor. Zaten burada düzenlenen bir bira festivali de var.

FRANCE PRESEREN’İN ŞEHRİ
KRANJ

Slovenya ile İtalya arasında uzanan Julien Alpleri’nin eteğinde, sırtını adeta dağlara yaslamış gibi duran Kranj, yaklaşık 50.000 olan nüfusu ile ülkenin dördüncü büyük kenti.

Yukarı Kranjska bölgesinin merkezi olan Kranj şehri, Kokra ve Sava nehirlerinin kesiştiği noktada yer alıyor. Şehir, başkent Ljubljana’nın kuzey doğusunda ve sadece 24 km uzağında. Yaklaşık 50.000 nüfusu ile ülkenin dördüncü büyük kenti olan Kranj, aynı zamanda Slovenya’nın önemli endüstri şehirlerinden.

M.Ö. 1. yüzyılda, İllirya Krallığı döneminde kurulan ve Romalılar zamanında askeri bir üs olan Kranj’da aslında daha eski çağlarda Kelt kavimlerinin yaşadığına dair bulgular da var. Şehir, 6. ve 7.yüzyıllarda Slav’ların gelişiyle büyümüş ve 9.yüzyılda Kranjska Kontluğu’nun başkenti olmuş. Orta çağda canlı bir ticaret merkezi haline gelen Kranj, 16. yüzyılda demir endüstrisi başlayınca daha da gelişmiş, 19. yüzyılda ise çeşitli fabrikaların kurulması kentin önemini arttırmış.

Preseren’in Şehri

Kranj, “Preseren’in şehri” olarak tanınıyor. Sloven Milli Marşı’nın şairi olan France Preseren (1800-1849), ölünceye dek bu şehirde yaşamış. Ülkede çok büyük bir saygı ile anılıyor. Yaşadığı ev bugün müze olmuş, ayrıca şehrin ana caddelerinden biri onun adını taşıyor.

Kranj’ın, iki nehir arasındaki, eski çekirdeği, aynı zamanda şehir merkezi. Çok iyi korunmuş bu ortaçağ havalı mahalle, göz alıcı mimarisi ve sokaklarına taşan kafeleriyle insanda sıcak duygular yaratıyor. Şehrin kiliselerinin çan kuleleri, kuzey-güney çizgisinde sıralanıyor. Eski Kranj, 1983 yılında tarihi ve kültürel miras ilan edilmiş. Glavni Meydanı, eski şehrin, dar ve küçük sokaklarının bağlandığı ana caddesi. Üzerinde, birkaç katlı, renkli, cepheleri son derece estetik ve pencereleri çiçeklerle bezeli, çok güzel evler sıralanıyor. Belediye, St-Kancijan Kilisesi ve Preseren Evi bu caddede.

Kranj kültüründe çok önemli bir yer tutan St-Kancijan Kilisesi, şehir merkezindeki meydanda yer alıyor. Slavlar bu topraklara geldiğinde ibadet yeri olarak kullanılan bu alana 10.yüzyılda bir kilise yapılmış. Bugünkü gotik yapı, 15.yüzyıl başına kadar ayakta olan o kilisenin kalıntıları üzerine inşa edilmiş. Giriş kapısı üzerindeki Zeytin Dağını simgeleyen rölyef 1460 tarihli. Ön cephede yükselen çan kulesi ise daha sonra yapılmış. Kilisenin iç kısmı çiçek motifleri, melek freskleri, vitraylar gibi zengin ve renkli bir dekora sahip. Ayrıca, akustiği de mükemmel, bazen klasik konserlere ev sahipliği de yapıyor.

Gorenjska Bölge Müzesi ise iki bölümden oluşuyor: Belediye ve Preseren Evi. Belediyenin giriş katındaki büyük salonun kapısı ve ahşap tavanı harikulade. Belediye binası, biri daha eski olan iki binanın birleşiminden oluşuyor. Sarı boyalı eski kısmın alçak gönüllü ve sıcak bir havası var. Köşede yer alan yeni bölümde ise eskiden kutlamalar yapılırmış. Bina, Sloven Rönesansının 16 ve 17.yy’lara tarihlenen en muhteşem konaklarından.

Şair France Preseren’in yaşamının son yıllarını geçirdiği iki katlı, küçük beyaz boyalı ev ise, büyük şairin anısını yaşatan bir müzeye dönüşmüş. Sloven ulusal marşının yazarının yaşadığı dünyayı ve özel eşyalarını görmek hayranlarına güzel dakikalar yaşatıyor.

Eski şehir merkezinin bitiminde, kale havasındaki bembeyaz ve Kutsal Kaya Kilisesi Kranj’ın en eski kilisesi. Dış cephesinde hayranlık uyandırıcı resimler var. Bir başka ilginç yapı, eski şehrin hemen girişindeki “Tahsildar Evi”. Eskiden devlet memurları burada oturur ve tahsildarlık yaparlarmış. Sonradan bina özel mülk olmuş. Çok zengin şekilde dekore edilmiş cephesi ile Kranj’ın en eğlenceli görünümlü binalarından.

YEŞİL İLE MAVİ İÇİÇE
SLOVENYA KIYILARI

Slovenya’nın, Adriyatik kıyısında yaklaşık 50 km.lik bir sahil şeridi var. Yemyeşil Akdeniz bitki örtüsünün masmavi denizle buluştuğu bu dar alanda, Ortaçağ özelliklerini özenle koruyan sahil kentleri inci dizisi gibi sıralanıyorlar.

Adriyatik denizinin İtalya ile Hırvatistan arasında kalan yaklaşık 50 km.lik bölümü, Slovenya’ya ait. Göz kamaştırıcı manzaralar ve kıpır kıpır balıkçı tekneleri eşliğinde, küçük koyların birbirini izlediği bu sahil şeridinde denizin ve Akdeniz otlarının kokusu birbirine karışıyor. Burada, Slovenya’nın sahil kentleri olan Koper, İzola, Piran ve Portoroz yan yana sıralanıyor. En kuzeydeki şirin Ankaran kasabasını da bunlara ekleyebilirsiniz.

Bu sahil şeridinde, komşu İtalya’nın, özellikle de eski Venedik kültürünün havası hemen fark ediliyor. Örneğin, mimaride Venedik tarzı gotik stil hakim. Zaten, bu bölgede, Slovence ile İtalyanca bir arada konuşuluyor. Sokaklarda bir yandan tarihi hissederken bir yandan hayatı soluyorsunuz. Dip dibe evleriyle eski şehir merkezlerindeki daracık sokaklar zengin geçmişlerinin şahidi. Yaz ayları çok canlı, enfes ev yapımı şaraplar, özel zeytinyağları ve Adriyatik’in leziz balıkları eşliğinde eğlence sabahlara kadar sokaklara taşıyor.

Koper

Koper, ya da İtalyanca adıyla Capo d’Istria, yaklaşık 25.000 nüfusuyla bölgenin en büyük yerleşim merkezi. Burası aynı zamanda, Slovenya’nın da en büyük ticari limanı. Şehir, bölgenin en önemli su kaynağı olan Rizana nehri’nin ağzında yer alıyor. Hafif rüzgarlar eşliğinde Akdeniz ikliminin güzelliğini yaşayan şehre çok sayıda meydan ve kilise, görkemli sur kalıntıları ve kim bilir neler görüp geçirmiş ortaçağ evleriyle çevrelenen, kıvrımlı sokaklar damgasını vuruyor.

Zerafet ve estetiğin ön planda olduğu şehrin tam göbeğindeki Tito Meydanı’nda Pretorio Sarayı dikkatleri çekiyor. 15.yüzyılda yapılan sarayda, eskiden Venedik Valileri oturuyormuş, şimdi Belediye tarafından kullanılıyor. Şehrin bu en gösterişli sarayının zarif cephesine, üst kısımdaki girintili-çıkıntılı süsleme bir dantel güzelliği katıyor.

Sarayın tam karşısında ise, Loggia diye anılan, bol kemerli ve cephesi armalarla süslü bina yer alıyor. Birkaç basamakla çıkılan giriş katındaki kafe’de oturup Koper’in keyfini çıkarmalısınız. Yine aynı meydandaki ortaçağdan kalma Katedral, çok sayıda sanat şaheserini barındırıyor. Hemen yanında yükselen görkemli Çan Kulesi’nin muhteşem manzaralı bir terası var. Buradan bakınca, Trieste Körfezi ayaklarınızın altında. 204 merdivenle çıkılan kulenin çanı 1333 yılında yapılmış.

Şehirde görmeye değer daha pek çok saray ya da bina var. Örneğin, Koper’ın en güzel eserlerinden, eski Belgramoni- Tacco Sarayı. Belgramoni ailesinin bir ferdi, sarayı bir gecede kumarda kaybetmiş. Saray el değiştirip Tacco ailesinin mülkü olmuş, ama Tacco ailesi yok olunca kültür mekanına dönüşmüş. Rengarenk Almerigogna Sarayı ise Gortan Meydanı yakınlarında. Ülkenin çok özel binalarından sayılıyor, çünkü bu kadar süslü, sıradışı başka bir cephe yok. Bir başka özel bina, 14.yüzyıl mimarisinin çok güzel bir örneği olan Carpaccio Evi. Rivayete göre ünlü Venedikli ressam Vittore Carpaccio’nun eviymiş. Brolo Meydanı’nın çarpıcı binalarından şık Fontico’nun ise, bir zamanlar buğday ambarı olduğu söyleniyor.

İzola ve Piran

Koper’in az ötesinde, bir balıkçı kasabası olan İzola yer alıyor. Eski liman etrafında yapılanmış küçük ve canlı bir şehir olan İzola, 16 bin nüfusuyla Slovenya’nın en eski yerleşim yerlerinden. Bir zamanlar ada iken yarımadaya dönüşmüş. Zaten “İzola” da ada anlamına geliyor. Slovenya’nın en karakteristik binalarından “Besenghi Degli Ughi Sarayı” burada. Ön cephesi yalancı mermerle dekore edilmiş, olan saray, bugün müzik okulu. Pencere demirlerindeki işlemeler ise, gerçekten göz alıcı.

İzola’dan çıkıp, kıyıyı takip ederek yola devam ederseniz, sahilin en rağbet gören yerlerinden Piran’a geliyorsunuz. İçinde kaybolmak isteyeceğiniz sokakları ve hayranlık uyandıran yapılarıyla, bu çok sevimli şehir yazın turist kaynıyor. Balıkçı limanı çok canlı, sahili ise tavernalarla ve küçük balık lokantalarıyla dolu. Daracık bir yarımadaya kurulmuş şehrin ana meydanı, Piran doğumlu dünyaca ünlü İtalyan besteci ve kemancı Giuseppe Tartini’nin adını taşıyor, heykeli de dikilmiş. Dev bir açık hava müzesini andıran Piran, bölgenin en iyi korunmuşu. Her yer denize birkaç adım uzakta. Kent merkezine arabayla girilmiyor. Limanın arka planındaki Çan Kulesi ile 12.yüzyıl tarihli Aziz George Kilisesi’ni barındıran görüntü, Venedik’teki San Marco Meydanı’nı andırıyor.

Portoroz ve civarı

Sahilden yola devam edilince, gelinecek son nokta Portoroz. Daha sonrasında Hırvatistan başlıyor. Portoroz, tam bir turizm merkezi. Muhteşem plajları, kaliteli otelleri, canlı gece hayatı, ve yakın çevresinin doğal güzellikleriyle, misafirlerine her türlü imkanı sağlıyor. Portoroz Vadisi, yürüyüş patikalarıyla İstirya’nın göz alıcı köylerinin sıralandığı bir güzergah. Yol, mis gibi kokuların yayıldığı ormanlık alanlardan, üzüm bağlarından ve zeytinliklerden geçiyor.

ÖRNEK BİR AB ÜYESİ

1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Slovenya, istikrarlı bir siyasi ortam içinde planlı ekonomiden liberal ekonomiye geçmiş. Alt yapısının sağlam olması ve batıya dönük ekonomik anlayışı nedeniyle, sancılı bir geçiş dönemi yaşamamış. Tam tersine, başarılı bir performans göstermiş ve kısa sürede Batı Avrupa ülkelerinin refah seviyesine erişmiş.

Slovenya, 2004 yılından beri Avrupa Birliği üyesi. 2007 yılında da Euro Bölgesi’ne dahil olmuş. Bu statü, ülke için, en büyük politik ve ekonomik başarılardan sayılıyor. Bu konumuyla, Slovenya, yeni AB üyeleri içinde en istikrarlı ve örnek ülke, güvenilir bir ortak.

Sloven ekonomisinde başarıya giden yol, önce bankacılık ve sigortacılık sektöründeki özelleştirmelerle başlamış. Ardından, 1998 yılından itibaren, yasaların AB müktesebatına uyumlu hale getirilmesine ağırlık verilmiş. 2002 yılında ise, hükümet sermaye akışındaki engelleri kaldırmış. AB’ye katılım sürecinde oluşturulan, Rekabeti Koruma Ofisi ya da Yolsuzluğu Önleme Ofisi gibi kurumlar, Sloven ekonomisinin denetlenmesini sağlamış. Kamu sektörünün ekonomideki ağırlığının azaltılmasına önem verilmiş. Sonuçta, ülkede sağlıklı bir ekonominin sürdüğü görülüyor. 2007’den beri Euro bölgesine dahil olan Slovenya’da, yıllık enflasyon oranı yüzde 1,8, kişi başına düşen milli gelir ise yaklaşık 23.000 ABD doları.

Yüksek Katma Değer

İstikrarlı bir ekonomiye, iyi yetişmiş ve verimli bir iş gücüne sahip olan Slovenya’da, ücret seviyesini verimlilik artışıyla eş düzeyde tutmaya dayalı bir yaklaşım benimsenmiş. Pazar hacminin küçük olması ise ihracata öncelik verilmesini zorunlu kılıyor. Bu nedenle, firmalar orta ve yüksek düzeyde teknoloji gerektiren sanayi dallarına yönelmişler. Yüksek katma değerli sektörlerde üretim yapmak arzusu ön planda. Üretimdeki büyüme, en çok otomotiv yan sanayiinde, optik ekipmanlar, elektrikli ve elektronik ürünler alanında, kauçuk ve plastik sanayiinde, kimyasallarda, ilaç sanayinde ve çelik ya da alüminyum gibi temel metallerin işlenmesiyle elde edilen ürünlerde görülüyor.

Sanayi ve oldukça gelişmiş olan inşaat sektörü Gayri Safi Yurt İçi Hasılanın (GSYİH) yaklaşık % 33’ünü oluşturuyor, hizmet sektörünün ekonomideki payı % 64, tarımınki ise % 2,5. Tarımda üretilen başlıca ürünler buğday, patates, meyve, mısır ve üzüm. Şarap üretimi de çok yaygın. Ormancılık, hayvancılık ve süt ürünleri de önemli gelir kaynakları. Ülkenin belli başlı yer altı zenginlikleri arasında linyit, demir, kurşun, çinko, cıva, kömür ve gümüş öne çıkıyor. Elektrik üretimi ise, nükleer ve termik santrallerin yanı sıra hidrolik enerji ile gerçekleşiyor.

Balkanlar ve Batı Avrupa arasında bir geçiş noktası olan Slovenya’da dış ticaret, öncelikle ihracata odaklı. Yıllık ihracat ve ithalat miktarları başa baş seyrediyor denebilir. Sloven ekonomisinin en büyük dış ticaret ortakları AB ülkeleri. İhracatın yüzde 66’sı, ithalatın da yüzde 80’den fazlası Avrupa Birliği ile yapılıyor. Almanya, İtalya, Hırvatistan, Avusturya ve Fransa, AB üyesi olmadan önce de ülkenin başlıca ticaret ortaklarıymış. Şimdi de bu konumlarını sürdürüyorlar. Slovenya’ya yatırım yapan ülkelerin başını ise Avusturya çekiyor, onu Fransa ve Almanya izliyor.

Yatırım için çekici bir ortam

Slovenya, küçük nüfusuna karşın gelecek vaat eden ekonomisiyle yüksek bir üretim hacmine sahip. Doğu Avrupa’nın en zengini olmanın yanı sıra, büyüme potansiyeli içermesi açısından da dış yatırımcılar için çok çekici. Bunlara ek olarak Avrupa ortalamasının altında kalan işgücü maliyetleri de ülkenin uygunluğunu artırıyor. Yetkin iletişim hizmetlerine ve Batı normlarındaki bir tüketici pazarına sahip olan Slovenya, doğal olarak yabancı yatırımcılara da ihtiyaç duyuyor.

Aslında, Slovenya’nın da, Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ ve Makedonya gibi komşu ülkelerde yatırımları var. Ayrıca, 2011 yılında Sırbistan, Hırvatistan ve Slovenya, ekonomik işbirliğinin geliştirilmesi konusunda anlaşmaya varmışlar. Bu doğrultuda, inşaat, otomotiv, ahşap ürünleri, gıda ve sanayi alanında ortak projelerin hayata geçirilmesi konusunda kararlar alınmış.

Turizm

Gerek coğrafi konumu, gerekse de doğal yapısının çeşitliliği ve güzelliği nedeniyle, Slovenya’nın çekici bir turizm ülkesi olduğu herkesin bildiği bir gerçek. Sadece yaz turizmi değil, kış sporları da büyük bir turizm potansiyeline sahip. Turizm alanında kaliteli tesislerin mevcut olması da ülkeye bir hayli turist çekiyor. Slovenya’nın yıllık ziyaretçi sayısı 3 milyona yakın. Gelen ziyaretçiler arasında, Alman, İtalyan, Avusturyalı ve Hırvat turistler başı çekiyor. Slovenya’da turizmin çok ucuz olduğu söylenemez ama hizmet kalitesinin çok yüksek olduğu bir gerçek.

Bu yüzden, turizm, ekonominin parlayan bir girdi kalemi. Turizm gelirleri GSYİH’nın yaklaşık yüzde 8’ini oluşturuyor.

Sağlam ve son derece gelişmiş bir bankacılık sektörüne sahip olan Slovenya’nın bilgi teknolojisi ve ulaşım altyapısı da çok tatmin edici boyutta. Ayrıca, ekonomideki her alanındaki yeni bir atılımda çevrenin korunmasına da son derece önem verildiğini de belirtmek gerek.

Sürekli artan ve göz kamaştırarak 2007’de %6,9’a ulaşan yıllık büyüme hızı, 2008 krizi ile kaçınılmaz olarak biraz daralmaya başlamış. Avrupa’yı da derinden sarsan bu kriz sonucu işsizlikte artış, ihracat, üretim ve yatırımlarda düşüş olsa da alınan önlemlerle ibre yeniden düzelmeye başlamış. Bankalar için devlet garantisi, kamu harcamalarında azaltma, ücretlerin dondurulması ve emeklilik yaşının yükseltilmesi gibi kararlar alınmış. 2012’de yıllık büyüme oranının %2 olması bekleniyor. Sloven ekonomisinin dinamizmi önümüzdeki yıllarda da devam edecek gibi görünüyor.

Her Tutkunun Ülkesi

Slovenya’da, Alp dağlarından uçsuz bucaksız çayırlara, mağaralardan Adriyatik plajlarına ve göz kamaştırıcı göllere dek pek çok seçenek, çeşitli turizm faaliyetlerine ve aklınıza gelebilecek bütün spor etkinliklerine imkan tanıyor. Her köşesinde karşılaşabileceğiniz doğa harikaları ve zengin tarihi mirası yanında, sunduğu özel lezzetler, kaplıcalar ve renkli festivalleriyle Slovenya her mevsimin ve her tutkunun ülkesi.

Küçük sayılabilecek bir yüzölçümüne sahip olan Slovenya’da, insanı şaşırtan bir coğrafi ve biyolojik çeşitlilik var. Alp dağlarının Akdeniz’le ve Pannonya havzası ile buluştuğu bu yeşil ülkede, isterseniz dağlara tırmanabilir, isterseniz yer altı nehirlerinde gezinti yapabilirsiniz. Slovenya, hem kış sporları tutkunları için, hem kaplıca sevenler için, hem de açık arazide sportif faaliyetler yapmak isteyenler için ideal bir yer. Adriyatik kıyısındaki plajların yanı sıra, bir çok küçük gölün ve çok sayıda akarsunun bulunduğu bu ülkede, su tutkunları da aradıklarını kolayca bulabilirler. Kısacası, Slovenya’da, kah zümrüt yeşiliyle sarıp sarmalanıyor, kah adrenalinle dolup taşıyorsunuz, ya da bir mağaranın derinliklerinin gizemi ve ürpertisi içinizi kaplıyor.

Triglav Milli Parkı

Julian Alpleri’nde yer alan Triglav, Slovenya’nın tek ulusal parkı ve 1924’ten beri koruma altında. Adını, ülkenin en yüksek noktası olan (2864 m) Triglav zirvesinden alıyor. Triglav, “üç başlı” demek. Zaten dağın yan yana üç tepesi var. Efsaneye göre, yeryüzünü, gökyüzünü ve yeraltı dünyasını kollayan üç başlı Slav tanrısı Triglav, tacını burada giymiş. Triglav Dağı aynı zamanda ülkenin ulusal sembolü. Hem Sloven bayrağını süslüyor, hem de 50 cent’lik Sloven Euro’sunun üzerinde yer alıyor.

Triglav Milli Parkı, UNESCO’nun uluslararası biyosfer rezervleri ağına dahil. Mutlak bir sessizlik içinde, vahşi zirveler ve buzul çağı vadileri barındıran park, İtalyan ve Avusturya sınırları boyunca uzanıyor. Park alanının büyük kısmı, kayın, karaçam, gürgen ve dişbudak gibi ağaçlar içeren ormanlarla kaplı. Parkta kahverengi ayı, dağ keçisi, geyik, vaşak gibi canlılar barınıyor. Orkide, çan çiçeği ya da Alpler’in sembolü olan aslanayağı, parkın güzelliğinin diğer küçük parçaları. Yaz mevsiminde bile serinliğin egemen olduğu bölgede bulunan çok sayıdaki su kaynağı, ayna gibi berrak nehirler ve göller doğurmuş, derin kanyonlar oluşturmuş. Parkın parçası olan Triglav Göller Vadisi, yedi büyük gölüyle Trenta ile Bohinj arasında 8 km boyunca uzanıyor. Yükseklikleri mevsime göre değişen göz kamaştırıcı şelaleler de var. Kendinizi başka bir dünyadaymış gibi hissetmeniz işten bile değil.

Cennetten farksız Bled

Şirin bir Ortaçağ kasabası olan Bled, harikulade bir huzur beldesi. Triglav Parkının doğu girişinde yer alan Bled ve küçük gölü, Slovenya’nın en turistik yöresi. Seyretmeye doyamayacağınız yemyeşil tepelerle çevrili bu ışıltılı buzul gölü o kadar berrak ki içindeki balıkları tek tek sayabilirsiniz. Sise büründüğünde ya da donduğunda tarif edilemez bir güzelliğe sahip. Yürüyüş yolları, parklar, termal oteller ve plajlarla çevrelenmiş. 30 metre derinliğindeki gölde sandalla ya da botla ördekler ve kuğular arasında dolaşmak ve gölün ortasındaki adaya gitmek büyük keyif.

İskeleden dik merdivenlerle çıkılan bu minik masal adasında, evlilik törenlerinde damadın gelini basamakların bitimine dek taşıma geleneği var; eğer başarabilirse evliliğin mutlu geçeceğine inanılıyor. Kasabanın her yerinden görülen 15.yüzyıl tarihli kilise, Slavların bereket ve aşk tanrıçası Ziva’yı kutsayan bir pagan tapınağı üzerine inşa edilmiş.

Göl kıyısında sarp bir kayalık üzerine 11.yüzyılda inşa edilen görkemli Bled Şatosu ile yakınındaki beyaz kilisenin göl ve ada manzarası müthiş. Şatonun üst katında küçük bir müze ve bir de şapel var, hemen altındaki kıyıda da çok güzel bir plaj. Kumarhanesi, golf sahaları ve gözde bir kongre merkezi oluşuyla da tanınan Bled ve çevresi, doğayla içiçe tatil yapmak isteyenler için tam bir vaha.

Bohinj Gölü

Balığıyla ünlü Sava Bohinjka Nehri’nin beslediği Bohinj Gölü, duru sularıyla Triglav Parkına bambaşka bir hava veriyor. 45 metre derinlikteki göl, dağ turizmini sevenler için de bir hareket noktası. Bohinj’de sandalla dolaşılıyor, plajı olmasa da buz gibi sularında yüzülebiliyor, kışın donduğunda ise büyüleyiciliği daha da artıyor. Gölün çevresinde bir taş köprü, küçük bir kilise, ormanların arasına serpiştirilmiş az sayıda da otel var. Burası, Bled’e göre daha sakin ve vahşi, ama doğayla bütünleşmek için daha uygun. Bled ile Bohinj arasında, pencerelerinden ve balkonlarından rengarenk çiçekler sarkan, birbirinden güzel evlerin yer aldığı tertemiz Sloven köyleri sıralanıyor.

Kras Bölgesi ve Yeraltı Dünyası

Slovenya’nın batısındaki Kras platosu, kızıl renkli toprağı altındaki gizemiyle dünyadaki karstik oluşumlara adını vermiş. Bilindiği gibi, içinde mağaralar ve yer altı akarsuları bulunan alanlara “Karst” adı veriliyor. Toprağın kalkerli yapısı bu büyüleyici yeraltı dünyasının ve bölgedeki yaklaşık 8 bin mağaranın varoluş nedeni. Bazıları ziyarete açık olan bu mağaraların en ünlüleri, UNESCO korumasındaki Postojna ve Skocjanska mağaraları.

Pivka Nehri kıyısındaki Postojna Mağaraları, milyonlarca yıl boyunca damla damla örülmüş bir mücevher. Şekilleri ve renkleri birbirinden farklı, heyecan uyandıran sarkıt ve dikitlerle kaplı dehlizler ve yeraltı odaları 20 km boyunca uzanıyor. Postojna, dünyanın en uzun yeraltı mağarası ve araştırdıkça yeni uzantıları ortaya çıkıyor. Burası, Avrupa’nın trenle gezilebilen tek mağarası. Ama ziyaretçilere sadece 2 kilometrelik bir bölüm ve 4 dehliz açık. Mağarada ortalama sıcaklık 8-10 derece, nemlilik oranı ise çok yüksek. Postojna ayrıca 10.000 kişilik bir konser salonuna da sahip. Yılda yaklaşık 1 milyon ziyaretçisi olan bu yeraltı harikaları sarayı, ender bulunan bir canlıya da ev sahipliği yapıyor: gözleri olmayan, 20-30 cm uzunluğunda, hem solungaçlara, hem de akciğere sahip olan bu yaratık, “semender” diye de adlandırılan bir su kertenkelesi. Yılan balığıyla sürüngen arası bir görüntüye sahip bu semendere, insanınkine çok benzeyen deri rengi nedeniyle “insan-balık” da deniyor.

UNESCO dünya mirası listesinde yer alan Skocjan Mağaraları ise, dünyanın en büyük yeraltı sulak alanı. 6.200 m uzunluğundaki mağaranın en derin yeri 223 m. Her yıl 100.000 kişinin gezdiği bu olağanüstü mağaralarda sadece 3 km’lik bir alan ziyaret edilebiliyor ve 144 metreye kadar iniliyor. Skocjan’da renkler sizi çarparken, bunca derinlikteki bir yeraltı nehrinde gezinmek müthiş bir etki yaratıyor. Suyun muhteşem yeşili insanın gözlerini kamaştırırken, su türbülansının ritmi baş döndürüyor. Reka Nehri’nin yıllar boyunca yeraltında yaptığı 40 km’lik yolculuk, çok farklı renk ve şekillerde sarkıt ve dikitlere sahip 11 mağaranın oluşumuna yol açmış. En büyük sarkıtın boyu 15 m.’ye ulaşıyor. Skocjan mağarası da, yarasa, mağara semenderi, tatlı su ıstakozu gibi canlılar barındırıyor.

SLOVEN KÜLTÜRÜNÜN
TEMEL TAŞLARI

Slovenya’da kültür ulusal kimliğin önemli bir parçası olarak görülüyor ve günlük yaşamın içinde geniş bir yer tutuyor. Örneğin, yıl boyu süren ve birçoğu uluslararası ölçekte olan kültür faaliyetleri ve festivaller sosyal hayatın vazgeçilmez ve popüler parçaları.

Slovenler, genellikle okumayı çok seven ve geleneksel kültürleriyle gurur duyan bir halk olarak biliniyorlar. Gerçekten de, mesleği ne olursa olsun, her Sloven’in içinde bir sanatçı yaratıcılığının bulunduğu söylenebilir. O aynı zamanda ya bir şairdir, ya bir dansçı, ya bir müzisyen, ya da bir şarap yapımcısı veya aşçı. Geleneksel kültürüne sıkı sıkı sarılmış olan Slovenya, belki de, dünyada kültüre adanmış bir güne sahip tek ülke. 2010 yılında Ljubljana, UNESCO tarafından Dünya Kitap Başkenti seçilmişti, bu yıl da Maribor, Avrupa’nın Kültür Başkenti.

Sloven dili ve Trubar

Sloven dilinde ilk kitap 1550 yılında, bir reformcu Protestan papaz olan Primoz Trubar tarafından yazılıp yayınlanmış. “Katekizem” isimli bu eser, tahmin edileceği gibi bir din öğretisi kitabı. Fakat aynı yıl, Trubar, “Abecednik” isimli ikinci bir kitap daha yayınlamış. Bir “dil bilgisi” kitabı olan bu eser, Slovence’nin temelini oluşturuyor. Sloven dilinin bugünlere gelmesinde birleştirici bir rol oynayan bu eser nedeniyle, Trubar, “Sloven dilinin babası” olarak niteleniyor. 1 Euro değerindeki Sloven metal paralarının üzerinde, onun resmi var. Sloven Parlamentosu’nun 2010 yılında aldığı karar uyarınca da, Trubar’ın doğum tarihi olan 8 Haziran, bütün ülkede anma günü olarak kutlanıyor.

O dönemin en önemli yazarlarından Erasmus ile Rotterdam’da buluşmuş olan, ayrıca ünlü reformist Martin Luther ile de birkaç kez görüşen Primoz Trubar’ın, 16 yüzyılda 25 kitap daha yayınladığı biliniyor. Ama, İncil’i Slovence’ye çevirmek, Jurij Dalmatin’e nasip olmuş. Dalmatin, 16. yüzyılda yayınladığı dinî kitaplarla tanınıyor. Bu arada, o dönemde yaşamış olan Adam Bohoriç’i de unutmayalım. Bohoriç, Sloven dilinin ilk gramer kitabını yazan kişi.

Ulusal şair Preşeren

18.yüzyıla gelindiğinde, Sloven dilinde bir edebiyat yaratma çabalarının y o ğ u n l a ş t ı ğ ı , şiirin yaygınl a ş m a y a başladığı görülüyor. Bu ç a b a l a r ı n semeresi 19. yüzyılda ortaya çıkmış. 1800 yılında doğan ve bu döneme damgasını vuran France Preşeren, bugün ülkenin ulusal şairi olarak niteleniyor, çünkü Slovenya Millî Marşının sözleri ona ait. Ülkede çok sevilen ve kendisiyle gurur duyulan France Preşeren, aynı zamanda, Avrupa’nın en büyük romantik şairlerinden. Sloven edebiyatını tümüyle etkilemiş olduğu gibi, Sloven bilincinin oluşmasında ve ulusal kimliğin politik yapılanmasında da önemli rol oynamış.

Preşeren, 1849 yılında, genç bir yaşta hayatını kaybetmiş. Öldüğü gün olan 8 Şubat tarihi, bugün “Slovenya Kültür Günü” olarak anılıyor. Her yıl kültür alanındaki en başarılı çalışmalar Preşeren Ödülü ile ödüllendiriliyor. Başkentin en gözde meydanında heykeli, Sloven 2 Euro’sunun üzerinde de resmi var.

İlk Sloven kadın şair ve yazarı olan Josipina Turnograjska da 19. yüzyılda yaşamış. 1833 doğumlu Turnograjska, 1854 yılında, yani henüz 21 yaşındayken ölmüş. A l m a n edebiyatının güçlü olduğu bir dönemde eserlerini, milliyetçi duygularla Slovence olarak yazan yazarın büyük bir Preşeren hayranı olduğu, hatta şiirlerinde aynı stili benimsediği görülüyor.

Preşeren’den etkilenen bir diğer efsane isim de Ivan Cankar. Öykücü, şair, oyun yazarı, denemeci ve politikacı olarak Slovenya’nın en büyük yazarı sayılıyor, Kafka ve James Joyce ile kıyaslanıyor. Eserleri birçok dile çevrilmiş. Çok sayıda sokak, meydan ve bina bugün onun adını taşıyor.

Mimar Joze Plecnik

1872-1957 yılları arasında yaşamış olan mimar Joze Plecnik, Sloven kültürüne farklı bir alanda damgasını vurmuş olan diğer bir şahsiyet. Plecnik, Ljubljana’yı 30 yılda başkent yapan ve bugünkü görünümünü kazandıran kişi. Ünlü Avusturya’lı mimar Otto Wagner’in öğrencisi olan Plecnik, önce Viyana’da, sonra da Prag’da iz bırakan eserlere imza attıktan sonra, 1921 yılında, doğduğu kent olan Ljubljana’ya dönmüş ve başkenti bugünkü görünümüne kavuşturan sayısız mimari eserin yaratıcısı olmuş. Örneğin Ljubljana’nın mücevheri gibi duran “Tromostovje”, yani “Üçlü Köprü” onun eseri. Aslında, Slovenya’nın diğer şehirlerinde ve Belgrat’ta da eserleri var. Plecnik, sadece Slovenya’da değil, diğer Avrupa ülkelerinde de meslekdaşlarına öncülük eden ve onları etkilemiş olan bir mimar. Bugün, Ljubljana’da, kendi yaptığı mezarlıkta gömülü.

Uzay bilimci Herman Potocnik ise, daha çok Hermann Noordung ismiyle tanınıyor. 1892 doğumlu olan bu bilim adamı, roketler konusunda bir uzman ve uzaya yapılacak yolculukların ilk teorisyenlerinden. Uzaya, içinde insan bulunan uzay istasyonlarının yerleştirilebileceğini ilk o keşfetmiş. Ünlü Alman bilim adamı Werner von Braun, yaptığı uzay çalışmalarında Potocnik’den çok yararlandığını açıkça belirtiyor.

Çağdaş değerler

Slovenya, bugün de çeşitli alanlarda yaptıkları çalışmalarla dünya çapında başarılara imza atmış olan değerli kültür ve bilim insanlarına sahip. Örneğin, 1949 Ljubljana doğumlu Slavoj Zizek, günümüzün en büyük filozoflarından biri olarak niteleniyor. M a r k – sizm ya da Psikanaliz gibi temel felsefe konularının yanında, “çağdaş kültürün eleştirisi”, ya da “film teorisi” gibi yeni konulara da el atan Zizek, tam günümüzün ve güncel olayların düşünürü. 2011’ın son aylarında, New-York’ta gerçekleştirilen “Wall Street’i işgal” eylemi Zizek’i de çok ilgilendirmiş ve ünlü filozof, bu konuda konuşmalar yapmıştı. Geçtiğimiz Şubat ayında Türkiye’ye de gelen Zizek, çeşitli TV kanallarındaki programlarda ağırlanmış ve güncel konulara ait ilginç ve değerli görüşlerini izleyicilere aktarma fırsatı bulmuştu. Hafif uçaklar konusunda d ü n y a c a ünlü olan Ivo Boscarol ise 1956 yılında, Post o j n a ’ d a d o ğ m u ş . E k o n o m i eğitimi gören Boscarol için önce bir hobi olan havacılık ve model uçak yapımı, daha sonra bir meslek ve iş hayatına dönüşmüş. Boscarol bugün “Pipistrel” uçaklarını üretiyor ve bütün dünyaya satıyor. Çok hafif olan bu uçaklar adeta plânör gibi, fakat bir motora da sahipler. Doğal olarak, çok az yakıt harcıyorlar. Boscarol, bu uçaklarla, en az yakıt tüketerek dünya etrafında bir tur yapma rekoruna sahip. Motosiklet yarışçısı Igor Akrapoviç’in icadı olan egzos sistemleri de, bugün bütün büyük motosiklet markalarında kullanılıyor.

İsimsiz kahramanlar

Klasik müzikte Jakob Gallus, Sloven operasına giden yolu açanlardan Jurij Mihevec, ekpresyonist Slavko Osterc, her dalda besteleri olan Bozidar Kantuser ve Preşeren ödüllü Igor Stuhec, Sloven müzik dünyasının en önemli isimleri. 300 yıl önce kurulan Filarmoni Orkestrası da Avrupa’nın en eskilerinden. 45 galeri ve 800’ü aşkın sergi salonu ile hareketli bir renkler dünyası olan Slovenya’nın son derece yetkin ressamlarının çoğu uluslararası alanda tanınıyor. Ama ülkenin en ünlü ressamının Ivana Kobilica olduğu söylenebilir.

Bir de ünlü olmayan ama Sloven kültürünü çeşitli alanlarda temsil edenler var. Örneğin, Uluslararası Atom Ajansı’nın eski Başkanı Al Baradey’in Nobel ödülü kazanan ekibinde görevli olan veya Çevre konusunda Nobel ödülü kazanan Al Gore’un ekibinde yer alan Sloven bilim insanları gibi. Sonuçta, ünlü ya da ünsüz, bir çok Sloven dünya kültürüne katkıda bulunmaya devam ediyor.

Lipica Atları

Konkurhipiklerin gözdesi, dünyaca ünlü Lipica atları, Slovenya’da doğuyor ve yetiştiriliyor. Bazı dillerde “Lipizzan” olarak da adlandırılan bu atlar, beyaz renkleri ve atletik yetenekleri ile tanınıyor.

Slovenya’nın Kras bölgesinde, İtalya sınırı yakınında bulunan Lipica köyü, atları ile meşhur. Bu köydeki haralarda doğan Lipica atları bütün dünyada tanınan ve binicilik sporu tutkunlarının gözdesi olan bir ırk. Bugün dünyadaki sayıları 3000 kadar olan bu zarif, asil, cesur, güçlü ve genellikle beyaz renkli atlar gerçekten de çok güzeller. Yetenekleri, şaşırtıcı zekâları, gururlu halleri ve iyi huylu oluşlarıyla dikkat çekiyorlar. Akrobatik hareketlere çok uygunlar. Boyları 160-165 cm kadar. Kaslı ve elastik vücuda sahip Lipica atları, geç olgunlaşıp, uzun yaşıyorlar. Ortalama ömürleri 30-35 yıl kadar. Aslında, bu beyaz atlar, yağız ya da doru olarak doğuyorlar, renkleri 6-10 yaş arasında beyaza dönüşüyor. Yani aslında koyu renk olan derileri beyaz tüylerle örtülüyor. Gelişimlerini 10 yaşına kadar ancak tamamlayan bu atlar, çevre koşullarına süratle uyum sağlama yeteneğine sahipler ve gayetle de atletikler. Ritm duyguları çok gelişkin olan bu atlar, ürktüklerinde bile paniğe kapılmıyorlar. Çifte atmak ya da binicilerini üzerlerinden fırlatmak gibi huyları da yok.

İlk bakışta beyaz görünseler de, aslında Lipica atlarının rengi açık gri. Bir zamanlar, Habsburgların soylu atları olarak hanedan arabalarına koşulup, Viyana’da izleyenleri büyüleyen bu atlar, bugün Lipica köyünün yemyeşil çayırlarında sere serpe yaşıyorlar.

Endülüs kökenli

Lipica atları 400 yıldan fazla uygulanan seçici bir üretmeyetiştirme programının ürünü. 1580 yılında Avusturya Arşidükü II.Charles, Lipizza`da (bugünkü Lipica), saray için binek ve koşum atları üretmek üzere yeni bir hara kurmaya karar vermiş. O dönem İspanyol atları gözdeymiş, ama bitmeyen savaşlar nedeniyle ithal etmek zorlaşınca bu yola gidilmiş. Lipica’ya getirilen kaliteli Endülüs, İtalyan ve daha sonra da Arap atları yerel Kras atları ile çiftleştirilmiş. 18.yüzyıla dek Lipica atlarının başka renkte olanları da var ama, zamanla açık gri renk baskın genetik karaktere dönüşmüş. Zaten, aslında Avusturya kraliyet ailesinin tercihi de bu renkten yanaymış, baskın özellik olması için hayli çaba göstermişler. 18.yüzyılın ikinci yarısından itibaren ırkın özellikleri oturmaya başlamış ve diğer ırklardan ayırt etmek için, 1860 yılında ilk kez “Lipica atı” ya da “Lipizzaner” deyimi teleffuz edilmeye başlanmış.

Napolyon döneminin savaşları ya da I.Dünya Savaşı gibi tehlikeli yıllarda, Lipica ırkının güvenliği için atların farklı bölgelere taşındığı anlatılıyor. Fakat, hep Lipica’ya geri dönülmüş. II. Dünya Savaşı ise, tam bir felaket dönemi. Az kalsın soyları tükenecekmiş. Neyse ki, 250 kadar at hayatta kalabilmiş.

Bugün, safkan Lipica atlarının korunması için büyük çaba gösteriliyor. Bu at türünün sayıca az olması yanında, kültürel açıdan bir değer taşımaları, görkemli geçmişleri, güzellikleri ve uyum yetenekleri onları son derece değerli kılıyor. Lipica atları, aynı zamanda ülkenin bir simgesi olarak, 20 cent’lik metal Euro üzerinde de yer alıyor.

Lipica köyünün harası, günümüzde bir at sporları merkezi olarak da kullanılıyor. Köy aynı zamanda bir turistik cazibe merkezi haline getirilmiş. Burada, at yetiştiriciliği yanında, at satışı da yapılıyor. Haranın arenasında düzenlenen akrobasi gösterilerini ve atların eğitilmelerini izlemek mümkün. Turistler, isterlerse atlarla dolaşmaya da çıkabilirler. Alanda kumarhane, otel, butik, yemyeşil bir golf sahası, şapel, sauna, havuz, kısacası ziyaretçilerin mutluluğu ve konforu için her şey var.

ULUSLARARASI BAŞARILAR

Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin eski Başkanı Juan Antonio Samaranch, Slovenya’yı ziyaret ettiğinde, “Siz küçük bir ülkesiniz ama spor alanında büyüksünüz” demiş. Gerçekten de, spor, Slovenlerin yaşam kültürü içinde önemli bir yer tutuyor.
Sloven halkı için, spor hem yaygın, hem de çok eski bir alışkanlık. 17. yüzyılda yazılan bir kitapta, kürek, mağara keşfetmek, balık tutma, avcılık, dağcılık ve atıcılık gibi sporların ortaçağ’dan bu yana yapılmakta olduğu belirtiliyor. Buna yöresel olarak yapılan geleneksel ski sporunu da eklemek yanlış olmaz. Bugüne gelindiğinde, Slovenya’da yaklaşık 3500 Spor Kulübü veya Derneği’nin bulunduğu ve 400.000 kişinin bunlara üye olduğu görülüyor. Bu da, yetişkin her üç Sloven’den birinin, haftada en az bir kez, bir spor faaliyetine katıldığı anlamına geliyor.

Aslında, avantajlı coğrafi yapısı Slovenya’ya pek çok spor seçeneği sunuyor. Birçok ülkede yapılamayan spor dalları, burada dünya ölçeğinde sporcular yaratmış. Üstelik, Slovenya uluslararası karşılaşmalar için de cazip koşullara sahip. Örneğin, 2002 Avrupa Judo Şampiyonası Maribor’da, 2006 Dünya Gençler Artistik Patinaj Şampiyonası da Ljubljana’da yapılmış. 2013 Avrupa Basketbol Şampiyonası ile 2013 Kış Universiad Oyunları da Slovenya’da yapılacak. Ayrıca, her yıl Portoroz’da tenis turnuvası, Bled‘de de Kürek Şampiyonası düzenleniyor.

Leon Stukelj

Bağımsızlık öncesinde ve sonrasında, Sloven sporcular tam 11 kez, yaz ve kış Olimpiyatlarında yer almışlar. Ülkenin en ünlü efsane sporcusu, 1922-1936 yılları arasında, 8’i altın olmak üzere 17 Olimpiyat ve Dünya Şampiyonluğu madalyası kazanan jimnastikçi Leon Štukelj. Sloven sporunun simgesi olan bu efsane isim, 1996 yılında, 98 yaşındayken, hayatta olan en yaşlı olimpiyat şampiyonu sıfatıyla Atlanta Olimpiyat Oyunlarına katılmış, 101 yaşındayken de yaşamını yitirmiş.

Bağımsızlık sonrasında, Slovenya’nın katıldığı yaz ve kış Olimpiyat’larında kazanılan 22 madalya var. Bunların 3’ü altın. Altın madalyalar, kürek’de Iztok Čop ve Luka Špik, atıcılık’ta Rajmond Debevec ve atletizm’de çekiç atma şampiyonu Primoz Kozmus tarafından kazanılmış.

Bireysel sporlarda parlayan diğer isimler arasında, Wimbledon 2011’de çiftlerde Dünya birincisi olan tenisçi Katarina Srebotnik ile, 2011 Dünya Slalom Şampiyonu, kayakçı Tina Maze, halihazırda en popüler olanlar.

Takım sporları

Takım sporları deyince, Slovenya’da en popüler olanlar, sırasıyla Basketbol, Buz Hokeyi, Futbol ve Hentbol. Slovenya’nın Basketbol’da her zaman zirveye oynadığını söylemeye gerek yok. Milli oyuncuların çoğu yabancı büyük takımlarda yer alan çok yetenekli oyuncular. İçlerinde, Saşa Vujaçiç, Jaka Lakovic ve Bostjan Nachbar gibi Türk takımlarında oynayanlar da var.

Buz hokeyinde de uluslararası başarılara imza atan Slovenya’nın, bu alandaki en sevilen oyuncuları Anze Kopitar ve Jan Mursak. Ama, Sloven futbolcuların 2000’lerin başında adım attığı Avrupa ve Dünya Kupası maçlarıyla ilginin arttığı futbol, ülkede artık özel bir yere sahip. O dönem futbolda altın bir çağ yaşanmış. 80 kez milli olan ve 35 gol kaydeden Zlatko Zahoviç en iyi golcü sayılıyor. Futbol tarihinin unutulmazlarından Nastja Čeh ve Milenko Ačimović de 74 kez milli forma giymişler.

Slovenler, ekstrem sporlar olarak anılan ve herkesin yapmayı göze alamayacağı ilginç dallarda da bir çok başarılar elde etmekle gurur duyuyorlar. Gerçekten de, Davo Karnicar’ın, 2000 yılında Everest’in zirvesinden kayakla beş saatte aşağıya indiğini, ya da yüzme maratoncusu Martin Strel’in, 3004 km.lik Tuna nehrini, başlangıcından, Kara Deniz’e döküldüğü noktaya kadar yüzerek, tam 58 günde kat ettiğini öğrenince, onlara hak vermemek elde değil.

SOFRADAKİ ZENGİNLİK

Slovenya’da, tek bir ulusal mutfaktan bahsedilmesi mümkün değil. Neredeyse her kasabanın yerel özellikler taşıyan kendi yemekleri var. Bütün komşu ülkelerden etkilenmiş olan Sloven mutfağı, ülkenin her bölgesinde farklı, özgün ve geleneksel yemekler oluşturmuş.

Slovenya’da, öğle yemeğinde, güneşli bir deniz kıyısında balık ve deniz ürünlerinin keyfini çıkarabilir, akşam yemeğinde, Alp dağları eteklerinde, leziz şarap eşliğinde, Orta Avrupa tarzı şarküteri ürünlerinin tadına bakabilirsiniz. Bu küçük, fakat çok çeşitli coğrafi bölgelere sahip olan ülkede, yemekler de çeşitlilik gösteriyor. Doğal olarak, Adriyatik kıyısında deniz ürünleri ve İtalyan mutfağını hatırlatan yemekler önde gelirken, ülkenin iç bölgelerinde Orta Avrupa ve Balkan lezzetleri ağır basıyor.

En rağbette olanlar

Çorba, Sloven sofrasının yaz-kış vazgeçilmez parçası. Ülkede 100’den fazla çorba çeşidi olduğu söyleniyor. Örneğin, fasulye, arpa, patates, havuçtan yapılan “riçet” ile lahana, fasulye, arpa ve domuz etinden oluşan “jota”, geleneksel çorbaların en lezzetli olanlarından. Ama, herkesin favorisi: mantar çorbası. Özellikle taş mantarı ve kuzu mantarından yapılan çorbalar inanılmaz aromalarıyla sofraların göz bebeği. Zaten, Slovenya’nın mantarları pek ünlü ve Ljubljana’da her yıl uluslararası bir Mantar Festivali düzenleniyor.

Giriş yemekleri arasında, “prsut” ya da Türkçedeki ismiyle “proşuto”, çok revaçta. Açık havada tuzlanarak kurutulan domuz budundan yapılan “prsut”, şarap eşliğinde çok iyi gidiyor. Bildiğimiz “poğaça” da Slovenya mutfağının gözde atıştırmalıklarından. Hem tatlı, hem de tuzlu olarak yapılan poğaçanın en popüleri, çörek otlu ve ekşi peynirli olanı. Balkan kökenli “burek”, yani börek, malûm bizler için çok tanıdık. Peynirli, ıspanaklı, patatesli ve etli çeşitleri var.

Ana yemeklere gelince, pek beğenilen bir yemek olan Ştruklji, tercihe bağlı olarak et, peynir veya sebze ile doldurulan bir tür iri mantı. Harcı, tatlı malzemelerden de oluşabiliyor. Zlikrofi de bildiğimiz küçük mantı; ete eşlik ediyor, içinde isteğe göre peynir, sebze, et, soğan, jambon, patates yer alıyor. Zganci ise, karabuğday ile yapılan ve genellikle et yanında servis edilen bir tür keşkek. Bazen ana yemek de olabiliyor.

Slovenya’ya has Kranj Sosisi’nin yanına, soğan, patates gibi garnitürler eklenerek elde edilen “kranjska klobasa”, bütün ülkede iştahla yeniyor. “Stajerski kostrun” ise, çiğ soğanla yenen kızarmış baharatlı koyun eti. Kurbağa bacağı özellikle Ljubljana’nın favorisi. Adriyatik’in deniz ürünleri ve taptaze tatlı su balıkları da ülkede pek yaygın.

Macar mutfağının etkisi, bograç adı verilen gulaş ile ortaya çıkıyor. Mantarlısı makbul ama, taze ya da kurutulmuş kırmızı biber de mutlaka olacak. Sığır ya da domuz döneri olan cevapcici, ülkeye Balkanlar’dan gelmiş bir lezzet. Avusturya’nın “şnitzel”i de çok iyi uyum sağlamış bu topraklara.

Tatlı çeşitleri

Sloven mutfağında tatlıların önemli bir yeri var. Örneğin, daha çok elmalısı yapılan Zavitek çok beğeniliyor. Avusturya mutfağından gelen Zavitek’e “Strudelj” diyenler de var. Palaçinke ise, çikolatalı, reçelli ya da cevizli bir krep. Tipik bir tatlı olan, cevizli, fındıklı, kuru üzümlü, çikolatalı rulo pasta potica, bizim damağımıza hiç de yabancı gelmiyor. Prekmurska Gibanica ise, Prekmurje şehrinde doğmuş ama, bütün ülkenin ulusal pastası haline gelmiş. İçinde, haşhaş, krema, ceviz, elma ve kuru üzüm olan bu çok katlı kek’in görüntüsü de hayli cezbedici.

Kremna Rezina, Bled şehrine özgü bir lezzet; milföy tarzı kremalı hafif bir kek. Krofi ise Almanların ünlü berliner pastasının Sloven versiyonu. Buhteljni de, pudralı, bohça ya da kare biçiminde, ballı ya da reçelli kurabiye.

Şarap geleneği

Kaliteli şaraplarıyla ünlü Slovenya’da, şarapçılık geleneği çok eskilere, yani Kelt kavimleri zamanına dek uzanıyor ve bugün dahi, şarapçılıkta eski yöntemler kullanılıyor. Ülkede, iklime ve toprağın yapısına göre her çeşit üzüm yetişiyor, bu da, her damağa hitap eden şaraplar üretilmesini sağlıyor.

Primorska bölgesinin şarapları mükemmel. En tipik olanı Teran, meyve kokulu çok özel bir lezzet. Podravje bölgesinde beyaz şaraplar ağırlıkta. Bu yumuşak ve “yarı-sek” şaraplar, tatlılarla iyi gidiyor. Posavje-Dolenjska bölgesinde de, daha çok sofra şarabı üretiliyor. Yüksek kaliteli beyaz şarabın en iyileri Drava çevresinden çıkıyor. En özel Sloven şarabı Cviçek ise, içimi hoş, hafif ve kehribar renginde. Ülkede uzayıp giden keyifli şarap yolları ve mahzenler turistlerin tadım ziyaretlerine her zaman açık.

Alkol oranı yüksek içkilerden, erikten yapılan ve minik bardaklarla içilen Slivovkaçok popüler. Borovniçevec da ardıçtan üretilen sert bir içki. Üzüm ve kiraz başta olmak üzere birçok farklı meyve aroması içeren konyak benzeri içkiye ise Tropinovec deniyor. Slovenya’ya özgü Union ve Lasko biraları, diğer Balkan ülkelerine de ihraç ediliyor. Her iki markanın da ateşli taraftarları var.

Kahve daha ziyade İtalyan usulü içiliyor. Siyah çay, bitki çayları ve çikolata ise diğer sıcak içecekler. Bir de, mutlaka tadılması gereken Cockta var. Coca-cola ile aynı renkte, kafeinsiz ve kuşburnundan yapılan bir içecek. Çok sevilen, özel bir tat ve Sloven kafelerinin adeta vazgeçilmezi. 1950’lerde sosyalist Yugoslavya’da Cola’nın yerini alması amacıyla üretilmiş. Bağımsızlık sonrasında önce ortadan yok olmuş ama şimdilerde, geçmişe özlem çerçevesinde yeniden yükselen bir grafik sergiliyor.

Sayfalar